Günün Yazısı

Fenafillah

Üç umde açısından tasavvufun kritiği

1. Tevhid

b. Fenafillah

Fenafillah, kısaca insanın Allah’ta fena bulması olup bunun da güvenilir yolu kişinin ölmeden önce kendi iradesini kullanıp ölmesidir. Sufiler bunun “ölmeden önce ölmek” olduğunu söylüyorlarsa da, “ittihad/ittisal” kavramlarını anlatırken göstermeye çalıştığımız gibi gerçekte fenafillah ölümden öte bir şey olup Allah’ta yok olup ebediyete (beka) ulaşmayı ifade eder. Söz konusu hedefin tahakkuku imkansızdır. Şundan:

a) Ölümden sonra dirilmek ruh ve bedenle olur. Meşşailer bedenin dirilişini kabul etmedilerse de, ruhun dirilişini kabul ettiler.

b) Havass-ı ruhiye’den olan manevi yetiler ruhun donanımı, unsurlarını meydana getirir. Tefekkür, duygu, hafıza, vehim, tasavvur-tahayyül, acı, arzu, sevgi, nefret, öfke, cesaret, cömertlik vs. Eğer sufi bunların tümünü öldürüp fenafillah mertebesine ulaşmayı hedefliyorsa, söz konusu manevi donanım, yeti ve hassaların ölümünden sonra ortada ruh da kalmaz, o da ölür. Bu ise farz-ı muhaldir, Havass-ı ruhiyeyi denetim altına alıp ahlakileştirmek ile onları öldürmek aynı şey değildir.

c) Bir kere “olan” bir daha “yok olmak” istemez. Dünyada işledikleri zulüm ve kötülüklerden dolayı cehennem azabına çarptırılacak olan inkârcı bile “Ah, keşke toprak olsaydım” diyecek. (78/Nebe, 40.) Şu halde fenafillahı ebedi yokoluş değil, başka bir varoluş hali şeklinde anlamak lazım. Fenafillah’ı “ölmeden önce ölmek” şeklinde kabul etsek de, nihayetinde ölüm canlının hareketten kesilmesidir; hareketten kesilmiş insanın hareket yönünden, niteliğinden ve ahlaki değerinden de söz edilmez.

Kâşani, sufilerin fenayı birkaç düzeyde anladıklarını söyler:

En masum ve kabul edilebilir olanı kişinin şehveti kendinde yok etmesidir (el fena ani’ş şehevât). Burada söz konusu olan şehvet, Nefs-i emmarenin emrettiği kötülüklerdir. Kişi bunları kendinde yendiği zaman –ki bu zorlu mücahede gerektirir- kendini özeleştiriye tabi tutan Nefs-i levvame mertebesine ulaşır. Nefsin meşru-meşru olmayan bütün istek ve arzularını yok etmeye kalkışmak bizden yaşanması murad olunan hayat pratiklerinin tabiatına aykırı olduğundan, bu yolda olan sufileri aşırılığa götürür.

Bununla ilişkili diğer fena makamı Fenau’r ragib olup anlamı dış organlarına bağlı şehvetleri yenen kişinin mensup olduğu tarikatın kurallarını dosdoğru yerine getirmesi dolayısıyla Nefs-i mutmainne mertebesine erişen kişiye atıftır. İsteğiyle bu mertebede olan kişi için kullanılan el fani bi rağbetihi aynı şeyi ifade eder.

Bundan sonra gelen fena mertebesi Hak ile tahakkuk eden kimsenin fenasıdır ki, buna Fenaü’l mütehakkık bi’l Hak denir. Bu mertebede olan fani artık yaratıklarla ilişkisini keser, onlardan habersiz olur. Bu kişi hiçbir şeye arzu duymaz, çünkü kendisiyle birlikte olan Hak, onun başka hiçbir şeyi arzu etmesini istemez. Sufi mücahede süreçlerinde pek makbul olan bu mertebe Kur’an’ın açık hükmüne aykırı gözükmektedir: “Allah’ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama. Çünkü Allah bozgunculuk yapanları sevmez.” (28/Kasas, 77.) Kur’an-ı Kerim’de zemmedilen, kendinden bildiği servetle şımaran, nimetin gerçek sahibini inkâr edip yerinde kullanmayan Karun’dur. Beşeri arzuların tümü yok edilecek olursa, insan neslinin devam etmesi, sosyal hayatın sürmesi mümkün olmaz. Ne hayvan beslenir, ne toprak ekilir, ne ticaret yapılır, ne sanat ve zenaat gelişir. Üzerinde “ömür” sürdüğümüz gezegen “imar” olmaz, umran’ın yerini viraneler alır.

Bunu takip eden diğer fena mertebesi fenau ehli’l vecd’dir. Vecd ehlinin fenası Hak sayesinde gerçekleşir. Vecd bu fena türünün sebebidir. Bu mertebedeki kişi, hem kendi nefsi hem başka varlıklarının nefsi mevcut olduğu halde bundan tamamen habersiz olur, onların bilincinde olmaz. Çünkü Hak’ka olan yakınlığı kendisini yitirmesine sebep olmuştur. Değil başka şeyleri, kendini dahi idrak edememektedir. Sufiler, buna Hz. Yusuf’un cemali karşısında kendilerinden geçen kadınların ellerini bıçakla kestikleri halde bunu hissetmemelerine (12/Yusuf, 31) benzetirler. Sufilere göre bu mertebede olan kişi Hak ile bâki olduğundan, her ne varsa herşeyi Allah ile görür.

Bir diğer fena, vücud sahibinin fenası olan Fena sahibi’l vücud’tur. Bu, Hak’ta fani olan kişinin hali için kullanılır. Burada kendini ve başkasını idrak eder, ama kendisi veya başkası adına varlık göstermez. Varlık sadece Allah’tır.

Fenau’l fena, fena halini görmekten fenadır. Bu ikinci beka anlamında da kullanılır, ikinci beka fenadan sonra gelir. Bu yüzden ikinci beka fenanın fenasıdır. Sufi Hak’ka yakınlığı öyle noktaya gelmiş ki, şu veya bu şeye bağlanma halini kaybetmiş bulunmaktadır. Nefs, temaşa ettiği şeyden lezzet aldığı esnada, Hak sayesinde her şeyden fani olduğu için, bir şeyi düşünmemesi anlamında da kullanılır. Bu hal mahv, mahk, tames olarak da isimlendirilir. Bunların her biri fena mertebelerinde yükselişin karşılığıdır.

Bir de vücudda vücudun fenası olan Fenau’l vücud fi’l-vücud vardır. Buna şuhudda şuhudun fenası ve vücudun ittisali de denir. Bu mertebede hakiki Varlık karşısında mevcud ismi silinmiştir. Artık gerçekte var olmayan yok olur, ezeli kalır. Sufi O’nu müşahede ederken kendini göremez olur.

Son bir türü Fenu’ş şuhud fi’ş şuhud olan fenadır ki, bu Vücudda vücudun fenasıyla aynı anlama gelir. (Kaşâni, Age., s. 442-445. Ayrıca bkz. Kuşayri, Age., s. 196 vd.; Kelebazi, Age., s. 182 vd.; Harraz, Risaleler, s. 21 vd.)

Birbirine hayli yakın veya benzer fena mertebeleri, sonuç itibariyle sufinin ilgisini dünyevi hertürden meşgaleden kesip Hak’ka yönelmesi ve eğer başarabilirse bu mertebelerden birine varması, nihayetinde de Allah’ta yok olması, yani aslında varoluşunu dünya hayatının zorlu pratikleri içinde gerçekleştirmek suretiyle iyi bir kul olma cehdini bir kenara itip Mutlak Varlık’ta bâki olması, ebedilik kazanma amacına yöneliktir. Bu, nereden bakılırsa bakılsın, Mutlak Varlık’a, Vacibu’l Vücud’a iştirak etmeyi, Zat’a katılmayı, O’ndan bir cüz olmayı hedefler. Bu hedefin tahakkuku imkansız (muhal)dır, zira insan ile Allah aynı mahiyeti paylaşmazlar, aralarında ontolojik mahiyet birliği yoktur. İnsan, yüce Allah’ın isim ve sıfatlarından ancak cüz’i paylar alır, onlarla muttasıf olur ama ne onların sahibiyle aynileşir ne onları temellük eder.

Bu iddialar birer felsefi varsayım (faraziye) olarak kaldıkları sürece, sahiplerini ilgilendirir, kişinin Allah, varlık ve hayat karşısındaki tutum alışlarını bağlar. Lakin tarihsel tecrübede ve hayatın süren pratiklerinde doğurdukları sonuçlar, ahlaki tutum ve davranışları yakından ilgilendirir. Bu açıdan söz konusu görüşler, teorik konular olmaktan çıkar, müslümanların ahlaki, sosyal ve politik hayatlarını derinden etkilemeye başlar.

Tasavvufun zühde ve takvaya dayalı ilk döneminden sonra felsefeye dönüşmesiyle bireysel alanda üzerinde durduğu ahlaki ve manevi hayat konuları yerini, bireyi de ahlaktan, sorumluluktan koparan fenafillah kazanı içine atıp eritince, müslüman toplumun ahlaki ve sosyo-politik hayatı de değişmeye başladı. Bundan böyle kişinin çabası tutum ve davranışlarının ahlakiliği değil, manevi yetkinlik olup bunun da nihai hedefi yukarıda çeşitli versiyonlarını sıraladığımız “Allah’ta yok olmak (fenafillah)” olacaktı.

Peki, fenafillah kültürel literatürde kendine etkin yer edinince ne oldu?

Sufi ilahi benlikte yok olmayı hedeflediğinde yapabileceği şey kendi beşeri sıfatlarından sıyrılıp Allah’ın sıfatlarını kazanması olur, böylelikle kendi benliğinden vazgeçen sufi ilahi benlikle bütünleşir.

Bunun gibi bir beka istersin lakin

Varlığının harmanından ne zaman bir arpa eksilteceksin

Kıl ucu kadar dahi olsa kendinin farkında oldukça sen

Fenadan dem vursan da, yolunu kaybetmişsin. (Molla Cami)

İşte birçok sufinin dışarıdan bakıldığında kendini tanrılaştırdığı veya Tanrı’yla ittihad haline geldiği intibaını uyandıran durum budur. Bu Zat’la ittihad değilse de sıfatlarda ittihattır. Cüneyd Bağdadi’ye göre ezelde insan Allah’ın ilmindeydi, bugünkü durumda mevcut değildi. İnsanın mevcut olmadan haline dönüşü Yaratıcı’nın hayatına katılması anlamına gelir ki, bu da fena yoluyla bekadır. Fena ile sağlanan ölüm asli ve ebedi hayata katılmadır. Aşık olunanda fena bulmak için nefsin ve bedenin istek ve arzularından arınmak gerekir. Cüneyd şöyle der: “Aşk, maşukun Hak’kın sıfatlarında yok olması ve maşukun O’nun zatında tasdikidir… Aşk sayesinde maşukun sıfatları aşıkın sıfatlarının yerini alır.”

Bir başka sufi doktrine göre, fena yolculuğunda üç menzil söz konusudur: Biri ilahi sıfatlarla vasıflanma. Sufiler bunun için sahih olmayan bir hadise referans verirler: “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanın!” İkinci menzil nurla Allah’tan başka hiçbir şeyi görmeme (fena fi’ş şühud); üçüncüsü de varlıkta fani olma (fena fi’l vücud). Başka versiyonuyla üç menzilden de söz edilir. Bunlar da Allah’tan başka ilah yoktur (Lailahe illallah); Allah’tan başka maksud yoktur (Lamaksuda ilallah); Allah’tan başka varlık/mevcud yoktur (Lavücuda illallah)!

Fena’nın, “olma”nın zıttı olduğuna işaret etmiştik. Vücud ise bulma’dır. Varsayıma göre kişi kendinden tamamen kaybettiğinde bulur, bu da vecd halinde gerçekleşir. Ezelde Allah insana benlik/birey olmaklık verince, bu insan ile Allah arasına perde gerdi. Fena, söz konusu benlik perdesini ortadan kaldırıp ilk hale dönme başarısını göstermektir. Ben bilinci tamamen yok olunca, ikilik hali ortadan kalkar, böylelikle sufi ilk duruma dönmüş olur. Bazı sufiler buna cem’ (toplama, birleşme) der. Bu mertebede sufi ilimsiz, gözsüz, sıfatsız, habersiz, müşahedesiz ve perdesiz görür. O artık kendinde olmayıp Allah’tadır, kendine ait bir eylemi kalmamıştır, eylemlerinin faili Allah’tır. Kimse ‘ben’ diyemez, diyecek olsa marifeti kaybeder; Şeytan’a ceza verilmesinin sebebi “benlik” iddiasında bulunmasıdır.

Şimdi sufi eğer artık benliğinden tamamen fena bulup Allah’ta yok olmuşsa, fiilleri de artık kendine ait değil, Allah’a aittir ki, bu iyi ve kötü fiillerin ahlaki değerini Allah’a izafe etmeyi gerektirir. Bu durumda her şey O’ndandır, kul iradesinin tamamını O’na teslim etmiş, O’nda erimiş, kendine ait herhangi bir seçim veya iradi bir yeti kalmamıştır. İradeyi ve özgür seçimi tümden kaldıran bu aşırılaştırılmış teslimiyet, tevekkül ve yokoluş bir başka versiyonuyla cebriyecilikten başka şey değildir.

Fena’nın hakikatte ontolojik yok oluş değil, aslında Allah’ta beka olduğunu söylemiştik. Varsayıma göre fena ile insan kendi asli kökenine, olmadan önceki hale, olmadan önceki oluşa döner. Ancak bu kuramda bir paradoks söz konusu: Çünkü eğer olmadan önceki oluş söz konusu ise, başka bir deyişle Allah’tan başka varlıkların olmadığı, yaratılmışların yaratılmadığı ilk hale dönme arzusu ise bu da mümkün değildir. Çünkü olmayan var olmamıştır, sonradan yaratılan yaratılmadığı hale dönemez. İnsan kendi dışına çıkamaz, o ne ise odur! İnsan (76) suresinin ilk ayetinde zikredilen durum, bu faraziyeye mahal bırakmaz: “Gerçek şu ki, insanın üzerinden, daha kendisi anılmaya değer bir şey değilken, uzun zamanlardan (dehr) bir süre (hin) gelip-geçti.” Bu ayet, insanın varoluşa geçmeden önce  Allah’ın ezeli ilminde sadece bilgi olarak varoluşuna işaret eder ki, dünya hayatını yaşayan sufinin her şeyden fena olup Allah’ta fani olması suretiylele ilk haline dönmesinin varlık açısından bir değeri ve hakikati yoktur, zira o mertebedeki durumu salt bir bilgiden ibarettir. Cüneyd’in dediğinden hareket edecek olursak, eğer yaratılıştan önce insan Allah’ın ezeli ilminde bir bilgi olarak var idiyse ve ayetin işaret ettiği üzere “daha kendisinden anılmaya değer bir şey değilken” sufi nereye dönecektir? (Bkz. Ali Bulaç, Kur’an Dersleri/Tefsir, VII, 251-254.)

Söz konusu mevhum faraziyeye göre, kişiyi bu nihai hedefe götüren aşktır. Aşk ummanına dalan kimse artık ne Müslümanlıktan ne kafirlikten anlar. 

Hiç kuşkusuz bu argümanlar dinin zahiri sınırlarını zorlamakta, iman ile küfür arasındaki farkı anlamsızlaştırmaktadır. Nitekim Senai şöyle der:

Mü’min de, kafir de Senin yolunda

“Yalnız O, ortağı olmayan” diyerek yürüyor!

Artık bu aşamadan sonra Şeyh ile Brahmin, Ka’be ile puthane yan yana duran imgeler olarak kalıplaşacaktır. (M. Schimmel, Age., s. 303.) Mü’min-kafir ayrımı ortadan kalktığında, suçlu ile suçsuz arası ayırım da belirsizleşir, bu durumda hukuk yanında ahlakın da bir anlamı kalmaz.

Mahiyet birliği perspektifinden varoluşa bu açıdan bakan sufinin ahlaki norm ve hukuk pek ilgi alanına girmez. Sufi doktrine göre, Tanrı varlık biçimlerinde belirir, varlıklar ebedi olan Tanrı’nın fani biçimleridir, O her şeye nüfuz etmek suretiyle varlığı kaplamıştır. Her şey O ise, zorbaların zulmü, ahlaksızların kötü fiilleri, hatta yukarıda bolca örneklerini verdiğimiz üzere mecusilerin yücelttikleri ateş veya putperestlerin taptığı putlarda dahi O’nun tecellileri vardır.

Bu doktrinin köklerini Hind mistisizminde bulmak zor değil. Brahmanizm’de Tat tvam’ın iki anlamı vardır: Biri Sen busun, diğeri Sen osun. Aham Brahmasmi. Ben Brahmanım. Cümlenin anlamı şudur: Brahman evrensel ruhu, Atman bireysel ruhu ifade eder. İkisi de bir ve aynıdır. Bayezid-i Bistami şöyle der: “Allah beni birgün huzuruna yükseltti. Ve bana

-Yaratıklarım seni görmek istiyor, dedi. O’na dedim ki:

-Beni vahdaniyetinle donat, bana mahiyetini giydir, ahadiyetine yükselt. Yarattıkların beni görünce, seni gördük desinler. Sen O olasın ki, ben orada bulunmayayım.”

Burada artık ahlaka lüzum kalmamıştır. Özetle ister ferd-i vahid ister topluluk hayatı yaşıyor olsun, insan fenafillah ile Allah’ta yok oluyorsa, artık bu insan ahlaki sorumlu olmaktan çıkar.

Fena doktrinini kritik etmek gerekirse, şu hususların altını çizmek mümkün:

1. Kur’an ve sahih sünnette, insanın Allah’ta yok olacağına ilişkin ne açık bir delil ne de ikna edici bir ima dahi mevcut değildir. İnsandan istenen emir ve nehylere taati ve ibadeti, ahlakı ve takvasıyla iyi bir insan, sahih iman ve salih amel sahibi kul olmaktır.

2. Adem ve eşinin yeryüzüne düşüşü (hubut) sebebi, cennette kendilerine konan yasağı çiğnemekti. Dünyaya sürügüne gönderilmelerinden maksat çetin bir sınavdan (ateş potası fitne) geçtikten sonra asıl ait oldukları yurtlarına dönmek ise; günah öncesi Adem’in durumu Allah’ta yok olmak değildi. Eşi Havva ile duyuların en mükemmel evreni olan cennette yer içer, gezer, mutlu yaşarlardı. Dünya sınavını başarıyla geçebilirlerse, yine aynı cennete dönecek ve “halidina fiyha ebeden” melekût aleminin mutlu ve felah bulmuş üyeleri olarak yaşayacaklardır.

3. Platon ve Plotinus’un Tanrı, evren ve insan ilişkisini açıklarken, Tanrı-idealar, duyular dünyası veya Bir-Akıl-Ruh sıralmasının geriye çevrilmesine dayanan felsefeleri, zihni bir kurgu, hayali bir tasavvurdur. Biz “Allah’tan” değiliz, “Allah’a aidiz (inna lillahi) ve O’na döneceğiz (ve inna ileyhi raciûn)” (2/Bakara, 156.) Sufiler, Plotinus’un felsefesinden hareketle insanı, aslı olan Bir’e rucu etmesi gereken Bir’den bir parça (cüz’ün minellah) olarak görüyorlar, fenafillah bu rucu’ macerasının yol haritası ve nihai menzilidir.

4. İster insan ile Allah arasındaki mahiyet farklılığını, ikiliği ortadan kaldırmaya matuf Vahdet-i vücud ister bunun dışında fenafillahı esas alan tasavvuf doktrinleri olsun, sonuç itibariyle bu doktrin, insan ile Allah arasındaki farkı ortadan kaldırmak suretiyle imanı, ibadeti, hesap gününü (Ahiret), hukuk ve ahlakı ve Nübuvveti anlamsızlaştırırlar. Nitekim bazı sufiler, Firavun’a iman, putperestlerin putlarına tek Tanrı’ya ibadet atfetmektedirler.

5. Doğru olanı: İnsanın seçme özgürlüğünü kullanarak İlahi iradeye teslim olması, İlahi yargılara saygı gösterip uyması; taat ve ibadetle, hikmet ve ilimle ahlaki sorumluluk sahibi iyi bir kul olmasıdır. Bunun ödülü İlahi rıza ve cennet yani ebedi kurtuluş ve mutluluktur.

Tevhid’i zedeleyen bu bölümü Tüsteri’nin şu sözüyle bitirelim: “Kitap ve Sünnet’in şehadet etmediği her vecd batıldır.”

Şimdi üç umdeden Nübuvvet ve Ahiret açısından sufi doktrinin kritiğine sıra gelmiş bulunmaktadır.