“Kadınlarınızdan artık âdetten kesilmiş olanlarla henüz âdet görmemiş bulunanların iddet bekleme (süre)leri, -eğer şüpheye düşecek olursanız (bilin ki)– üç aydır. Hamile kadınların bekleme-süresi ise, yüklerini bırakmaları (ile biter.) Kim Allah’tan korkup sakınırsa (Allah) ona işinde bir kolaylık gösterir. Bu, Allah’ın size indirdiği emridir. Kim Allah’tan korkup-sakınırsa, Allah, kötülüklerini örter ve onun ecrini büyütür.” (Talak, 4-5.)
İlerlemiş yaşı veya fizyolojik bir rahatsızlığı dolayısıyla hayız görmeyen kadınların bekleme süresi, boşama, nikâh akdinin bozulması veya ayrılmadan sonra başlamak üzere üç aydır. Ayet, “üç (kar’)” yerine, “üç ay” ifadesini kullanmıştır. Adet görme yaşı, bölgelere ve iklim yapılarına göre değişiklik gösterir. İlk dönem fakihleri adet görme yaşının 11-15, adetten kesilme yaşının 50-70 (veya 45-55) arası olabileceğini söylemişlerdir. Fakat adet görme veya adetten kesilme kadının beyanıyla belirlendiği için, ayrıca araları çok açık yaşlar belirlemek anlamlı değildir.
Şunu belirtmek gerekir ki, sözü edilen “henüz adet görmemiş” bulunanlar, “çocuk yaştaki kızlar”ın evlendirilebileceği anlamına gelmez. Ayette sözü edilen “nisa“dır. 4. sûreye de isim verilen “nisa” kız çocuğu değil, “kadın” için kullanılır. “Hars” olarak geçen kadın rahmi “tarla” ile ifade edilmiştir ki, doğum yapabilecek kıvamda olmasına işaret eder, çocuk rahminin bu yapıda olmadığı açıktır. Yine mesela çocuklar yükümlülük dışındadır, kişinin müşrik sayılması ancak ergenlik çağına erişmesiyle mümkün olur, çocuk yaştakiler müşrik kabul edilmez, “müşrik çocuğu” diye isimlendirilir. Burada sözü geçen üç adet (temizlenme) süresi kadınlık halidir. Yine “muhsana” evli, iffetli ve özgür kadın için kullanılır. “Henüz adet görmemiş” şu veya bu hastalık, bedensel bir illet dolayısıyla bir türlü adet görmeyen ancak bölgenin iklim şartlarına göre büluğ çağına erdiği kabul edilen ve bu çerçevede evlenmiş olan kadını anlamak gerekir, yoksa yedi yaşındaki kız çocuğunu değil.
Şu var ki fıkıhta hayli küçük yaşlardaki çocukların evlendirilmesine açık kapı bırakılmış bulunmaktadır. Fıkıhçılar, bir Mecelle maddesi de olan; ‘eşyada aslolan ibahedir’ kuralından hareketle şöyle demektedirler: “Allah bir şeyi yasaklamamışsa biz o şeyin haram olduğunu söyleyemeyiz. Allah küçük yaştakilerin nikâhlanmaları haramdır demiyor. O halde prensip olarak böyle bir nikâhın (evliliğin değil) haram olduğu söylenemez.”
Burada birkaç sorun var:
a) Evliliğin meşruiyet temeli olan nikâh bir akit yani sözleşmedir. Büluğ çağına ermemiş çocuk ticari ve başka alanlarda sözleşme yetkisine sahip değilse, nikâh sözleşmesini de aktedemez.
b) Çocukların rüşt çağına gelinceye kadar velayetleri anne babasına aittir. İcma ile sabittir ki bu hükmün illeti “küçük” olmaktır. Yani çocuk küçük olduğundan kendi bedeni ve malı üzerinde tasarrufta bulunamaz. Ebeveyn dışında birileri çocuğa veli olacaksa, bunun da illeti çocuğun kendi bedeni ve malı üzerinde tasarrufta bulunamayacak olmasıdır. Velayet hükmü böyle ise, nasıl olur da büluğ çağına gelmemiş çocuğu velisi evlendirmeye kalkışabilir? “İbahe”yi mesned göstermek hukukun biyolojik ve zihni gerçekleriyle bağdaşmaz.
c) Küçük yaştaki çocukların evlendirilmesi onların bedenlerine bir eziyet, ileriki hayatlarında ise mutsuzluğun sebebi olur. Nice kadın çocuk yaşta evlendirildiği için hayatı boyunca mutsuz yaşamıştır. Buna kimin hakkı var?
d) Küçük yaşta nikâh kıyılıp zifaf gerçekleşmese de, bu adına “beşik kertmesi” denen İslam dışı bir geleneğe kapı aralamaktadır. Anadolu’da erkek ve kız çocuğu daha beşikte iken bir başkasıyla evlendirilir. “Bir kızın doğum haberini alan ve bu kızın ailesiyle akraba olmak isteyen erkek ailesi, kızın ailesine bir beşik yollar, böylelikle söz kesilmiş olur. Bu olaya beşik kırdı da denir.” Doğru olanı büluğ çağına gelen kızın –eğer mucbir bir sebep, zaruret yoksa- büluğun üstünden birkaç sene geçtikten sonra kendi rızasıyla ve bilinçli olarak nikâh akdinde taraf olmasıdır.
5. ayet, iddet beklemenin ve buna riayet etmenin “Allah’tan bir emir” olduğunu belirtmektedir. Maalesef günümüzde ve özellikle bazı kültürlerde iddet süresine pek riayet edilmediği görülmektedir. Yerine ve şekline göre iddet, yani ikinci bir evlilikten önce beklemek son derece önemlidir. Nesebin karışmaması açısından boşanmış kadının beklemesi gerekir. Ayetlerden, iddet beklemenin birinci derecedeki sebebinin “nesebin karışma” tehlikesinin bertaraf edilmesi anlaşılıyor. Bu doğrudur. Çağımızda bir kadının hamile olup olmadığını anlamak için kuşkusuz aylarca beklemeye gerek yok. Ancak iddet sadece “hamileliğin tespiti” ile mi ilgilidir? Bu, sorulmaya değer bir sorudur.
Kadın hamile değilse bile eğer kocası vefat etmişse, ölümün hemen ardından evlenmesi yakışık almaz. Başka bir açıdan kendimize şu sualleri sorabiliriz: Eşinin hatırasına, birlikte geçirdiği yıllara saygının bir ifadesi olarak makul bir süre beklemesi gerekmez mi? Denilecek ki, aynı şeyler erkek için de söz konusudur. Bu da doğru olmakla beraber, kadınların ruhsal açıdan yeni bir hayata ve evlilik tecrübesine hazırlanma konularında daha duyarlı olduklarını kimse inkâr edemez. İddet, dönüşlü veya dönüşe açık (Talak-ı ric’i) boşanmalarda erkeğe, kesin boşamalarda, dönüşe kapalı (Talak-ı bain) erkek ve kadına bir daha düşünme fırsatını vermektedir.
Bir başkasıyla evlilik olacaksa bile bazı psikolojik sarsıntıları atlatmak, yeni duruma alışmak ve ruhen yeni bir eşe hazırlanmak gerekir. Sanki iddetle kastedilen temizlik, uzak mesafeden belli bir zaman (bu kısa veya uzun zaman da olabilir) kadının birlikte yaşadığı erkeğin psikolojik etkilerinden de dışına çıkması, onun eril etkisini üzerinden atması; cinsel yönden kendini bir özne olarak toparlaması için ona bir fırsat verilmesi gerektiği gibi süreçlere de bir göndermedir. Bir evlilikten “hemen sonra” yeni bir erkeğe ısınmak, onunla bazı şeyler paylaşmak her kadın –özellikle evliliği ve cinsel hayatı duygu yoğunluklu yaşayan kadınlar- için kolay değildir. Belli bir psikolojik durumda aceleyle yeni bir evliliğe karar vermek çoğu zaman sağlıklı sonuç vermez. Bunların dışında belli bir süre devam etmiş bir evliliği bitirince, kadının mesken sorunu (sükna hakkı), nafaka, miras, bebek varsa emzirilmesi ve başka hak ve yükümlülüklerin de bir düzene konulması gerekmektedir. Bu önemli hususlar böylece anlaşıldıktan sonra, “ultrasonla kadının hamile olup olmadığını anlamak son derece kolaydır, bu durumda beklemesine gerek yoktur” demek yanlış olur. (Ali Bulaç, Kur’an Dersleri/Tefsir, VII, 108-110, Çıra y. İstanbul-2016.)
Evrensellik üzerine
Talak suresi 4. Ayette normal kadın ile bir türlü adet görmeyen kadınların iddetini düzenleyen ayet küçük yaştaki kızların evliliğini tervic etmez, Ayet bazı kadınların fizyolojik bir rahatsızlık dolayısıyla adet göremeyebileceklerine işaret eder. Bunlar evlenebilir, normal hayatlarına devam edebilir. Bazı klasik ve çağdaş fakihler bundan “adet görmeyen küçük kızların evlendirilebileceği” sonucunu çıkarıyor ki, bu tamamen yanlıştır; yanlış yorum ve ayetten yapılan hatalı istinbatı yukarıda göstermeye çalıştık.
Fakat tartışma bununla da bitmiyor. Soru şu:
Bir kıza “küçük” diyebileceğimiz yaş kaçtır? Yani kaç yaşındaki kız küçüktür ve küçük olması hasebiyle asla evlenemez? Kur’an bu konuda herhangi bir yaş sınırı koymuyor.
Hz. Peygamber ve ashabın da pratiklerinden kesin olarak anladığımız şu ki, hiç kimse büluğa ermemiş kızla evlenmiş değildir. Büluğ yaşının da coğrafi bölgelere ve iklime göre değiştiğini biliyoruz.
Bu durumda büluğ çağına eren bir kızla evlilik caiz mi, değil mi sorusuna cevap aramak gerekir.
Bana göre büluğ çağına eren bir kızın evlenebilmesi “alt sınır”dır. Kur’an’da hükümler genellikle “en alt” ve “en üst sınırlar” şeklinde belirlenmiştir. Mesela cinayet davalarında en alt sınır maktulun varislerinin katili affetmeleri, en üst sınır ise kısas talep etmeleridir; daha üstü –mesela kan davası gütmek, intikam peşinde koşmak vb.- yoktur.
Kur’an, kızların evlilik çağının büluğ ile başlayabileceğine dolaylı yoldan izin verirken, bunun “üst sınırı”nı beşeri-içtihat alanına bırakmıştır. Bu sınır içinde yaşanılan coğrafi bölgenin iklim ve maddi şartlarına göre yükseltilebilir; mesela Ebu Hanife, 17 ve 18 yaşı sınır kabul etmiştir. Toplumsal zaruretler gerektiriyorsa başka bir içtihatla bu sınır 25’e kadar dahi yükseltilebilir. Kur’an bu kapıyı açık bırakmıştır. Örneğin Türk Medeni Kanun’unda ki 18 yaş sınırı bana da makul geliyor.
Ancak medeni kanun açısından bu sınırın konulması “bazı özel ve zaruri/mücbir durumlar”da 13 yaşında büluğa ermiş kızların evlendirilmesinin katiyen yasak ve ağır cezaları gerektiren bir suç olarak tanımlanması yanlıştır. Nitekim medeni kanun da böylesi durumlarda evliliklere cevaz vermektedir. Beşeri hayatta öyle “mücbir sebepler” olur ki, erken yaşta evlilik zaruret halini alabilir. Kur’an büluğ çağına işaret etmek suretiyle bu kapıyı açık bırakmıştır ki, işte Kur’an vahyini evrensel kılan bu esnek yapısıdır. Şimdi soralım:
“Her şart ve durumda 18 yaşını doldurmamış kız ve erkek evlenemez, aksi halde kanunen suç işlemiş olurlar” hüküm koymak mı daha akli, fıtri ve evrensel, yoksa zaruret durumunda büluğa eren kız ve erkek evlenebilir diyen İslami hüküm mü? Elbette 18 yaşı mutlak yasa diye empoze etmeye yeltenen kanun zorba, fıtrata ve toplumsal/istisnai zaruretlere aykırıdır, İslam ise duruma göre esnekliğini koruyan evrensel bir dindir. Kaldı ki mer’iyetteki kanunlara göre13 yaşında cinsel deneyim yaşayan kızlara herhangi bir müeyyide öngörülmemekte, nikahsız bu deneyimi yaşayan çocuklarına ebevnleri müdahele edememektedir. Batıda kızların önemli bir bölümü büluğa erer ermez bu deneyimi yaşamaktadırlar.
Hz. Peygamber’in 9 yaşında Hz. Aişe ile evlendiği doğru değildir. Sahabelerin küçük yaştaki kızlarla evlendiği yolundaki tarih kitaplarında yer alan bilgileri ciddi bir kritiğe tabu tutmaya ihtiyacı var. Bu tür evliliklerin vaki olduğunu farzetsek bile, ben bunu dört şekilde anlarım:
a) Dönemin yerleşik telakkilerine ve teamüllerine göre bu tür evlilikler ayıp veya yanlış değildi
b) Sahabe kavli veya içtihadı dinin asli kaynağı değildir. Ebu Hanife’yi takip ederek “Bana uygun geleni alırım, uygun gelmeyeni onların içtihatlarına ve teamüllerine bırakırım”
c) Gelenekte kızların rızaları dışında babalarının zoruyla küçük yaşta evlendirilmeleri kaynağını-meşruiyetini dinden almıyor, gelenekten alıyor; yanlıştır
d) Bütün dünyada –Avrupa’da dahil- daha geçen yüzyıla kadar küçük yaşta evlilikler sürüyordu. İslam dinini ve Müslümanları buradan hareketle –akla ve bilime aykırı diye eleştirmek, aşağılamak ve hatta buradan söz konusu haksız eleştiriyi Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e kadar uzatmak adilane değildir, eleştiri ahlakıyla bağdaşmaz.
Bu türden yanılgılara düşmenin iki sebebi olduğu anlaşılıyor: Biri yöntem açısından tikel bir olayın makro düzeydeki tümel olanın önüne geçmesi; diğeri modern seküler dünya görüşü ve hayat tarzının yegane kriter olarak kullanılıp hükümlerin illetine ve maksadına bakılmaksızın İslami mesaj ve değerler sisteminin mahkum edilmesi. Bilim, akıl, teknoloji, zenginlik vb emredici-taşıyıcı araçlarla bütün dünya totaliter bir paradigmaya dahil ediliyor.
Dün de, bugün de yegane evrensel mesaj İslam’ındır. “Kapı” metaforu üzerinden anlatmak gerekirse
1. Yahudilik, hidayet kapısını bütün milletlere (gentile) kapatır, isteseniz de Yahudi olamazsınız,
2.) Hıristiyanlık (Luka İncili 14. ayette anlatıldığı üzere) Hıristiyan hidayetini reddedenleri “kapıdan içeri zorla dahil eder.” Direnenleri ateşte yakar veya en azından aforoz eder ya da “iman” sahibi değil, “inanç” sahibi görür.
3) İslamiyet, hidayet kapısını açık tutar. İsteyen bu kapıdan girer, istemeyen girmez, kendi dininde ve inancında kalır.
Bilim, akılcılık, teknoloji ve kültürel hegamonyayı arkasına alan modern ve postmodern paradigma Hıristiyanlığın seküler biçimidir. Vatikan’ın Romayı dinileştirmesi gibi, modernlik de Katolik mutlakiyetçiliği sekülerleştirerek dünyaya ihraç ediyor.
Kur’an’daki hükümlerin önemli bir bölümü belli bir tarihsel olay ve toplumsal durum üzerine inmiştir, ama tamamı evrensel ve ebedi çözüm ve ilkeler içermektedirler. Kur’an vahyi, tikel nitelikteki tarihsel ve toplumsal durumda ortaya çıkan sorunu iniş (nüzul) anında çözer, ama tarihsel ve toplumsal durumu araçsallaştırıp tikel olay veya olgudan evrensel ve ebedi bir hüküm ve ilke türetir.
Tarihselcilerin anlamadığı nokta bu!
Kategoriler:Günün Yazısı, Haftanın Yazısı