Günün Yazısı

Mülk Allah’ın, yeryüzü canlıların yuvasıdır 2

B.Mülteci ve muhacir konusunda Kur’ani hükümler

1. Din ayrımı yapmaksızın sığınma hakkının tanınması

Kur’an-ı Kerim, “müşrik” de olsa, iltica talebinde bulunan her insana bu hakkın verilmesini emreder:

Eğer müşriklerden biri senden ’eman isterse’, ona eman ver; öyle ki Allah’ın sözünü dinlemiş olsun, sonra onu ‘güvenlik içinde olacağı yere ulaştır.’ Bu, onların elbette bilmeyen bir topluluk olmaları nedeniyledir.” (9/Tevbe, 6)

Eman: Sığınma hakkı, can ve mal güvenliği, himaye-koruma talebidir. İslam bilginleri başta Müslümanların yöneticisinin yani kamu otoritesinin eman vermeye yetkili olduğunu bildirmişlerdir. Devlet yetkilileri dışında erkek, kadın ve savaşma gücü olan çocuklar da gayrimüslimlere eman verebilir. “Müslümanların kanları birbirine denktir. En aşağı olanları bile zimmetini yerine getirmeye çalışır” (Ebu Davud, Cihad, 147, Diyat, 11; Nesai, Kasame, 10).

Ayet, çağımıza bakan yüzüyle kendi yurtlarında zor duruma düşmüş, öldürülme veya haksız yere hapsedilme tehdidiyle yüzyüze gelmiş ya da büyük bir tabii afete, ekolojik felakete maruz kalmış kimselerin Müslümanlardan eman, sığınma talep etmeleri veya Müslümanların yurduna iltica etmeleri durumunda onlara sığınma hakkı tanınacağı, genel anlamıyla bir coğrafi bölgenin kapasitesi her ne kadar ise o oranda mülteci kabul edeceği, bunun temel insani bir vecibe olduğunu anlatmaktadır.

2. Mazlum için savaşma emri

Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahip) gönder, bize katından bir yardım eden yolla” diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?(4/Nisa, 75.)

“Müstaz’af”, ‘za’af’ kökünden türemiş bir kelime olup kuvvetli olmanın zıttıdır. Za’af sahibi kimseye yani kuvvetli olmayana ‘za’if (zayıf)’ denilir. ‘Za’af’, bedensel-fiziksel olabileceği gibi zihinsel, maddi, ruhsal ve ahlaki de olabilir. Bireyler ve toplumlar yerine göre nitelikte, yerine göre nicelikte zayıf olabilirler. Ekonomik geliri hayli yüksek bir toplumun kitle psikolojisi içinde kolayca manipüle edilebildiğini söyleyebiliriz. Siyasi ve iktisadi baskı altında olup güçten düşenler gibi, siyasi bakımdan özgür ve hayli zengin kimseler, ruhen ve entelektüel bakımdan güçten düşürülübelir. ‘Müstaz’af’, ‘istaz’afe’ fiilinin fail ismi olup, zayıf görmek, zayıf bırakmak, zayıf bir hale getirmek, zillete düşürmek demektir.

Kur’an-ı Kerim’de istiz’âf ve müstaz’af kelimeleri 13 yerde geçer. “İstiz’af” ve “istikbar (büyüklenme)” birbirlerini çağrıştırır biçimde bir arada zikredilirler. İlk istikbara kalkışan İblis olmakla beraber ondan bir haslet taşıyanlar bir yandan Allah’a ve peygamberlere karşı büyüklenirlerken, öte yandan tahakkümleri altına aldıkları insanları güçten düşürür, onları zayıflatırlar. Bu da şu demektir: Büyüklenen (müstekbir) nasıl, hakikatte büyük olmadığı halde, büyüklük duygusuna, vehmine kapılmışsa, aynı şekilde müstaz’af olan hakikatte zayıf değil, ya ona zayıf olma duygusu telkin edilmiş veya güç ve kuvvet kullanma imkân ve avantajları elinden alınmıştır. Müstaz’aflar, müstekbirler tarafından tahakküm altında tutulmakta, aşağılanmakta ve sömürülmektedirler. (Bkz. 4/Nisa 97.) Ayet, ilginç bir biçimde bu tür insan grupları için savaşmayı “Allah yolunda savaş“la aynı kategoride ele almaktadır.

Müfessirler, ayetin inişine sebep teşkil edenlerin hicret edemeyip Mekke’de kalan Müslümanlar olduğunu söylemişlerdir.  

Müstaz’aflar üç ana gruba ayrılır: Biri hakikatte güç sahibi olduğu halde kendini güçsüz sananlar; ikincisi güçten düşürülenler; üçüncüsü sahiden güçsüz olanlar. Ayet bu son kategoridekilere işaret etmektedir. İçlerinde erkekler var ama yaşlı veya özürlü, hasta olabilirler; kadınlar ve çocuklar erkek gibi fizyolojik güç ve kuvvete sahip değildirler. Ancak öyle olmakla beraber bunlar da ellerinden geldiğince gayret göstermek, mesela özgür bir ortama gitmek, altında yaşadıkları baskıyı ortadan kaldırmak ve bunun için çaba harcamak durumundadırlar. Ellerinden hiçbir şey gelmiyorsa elbette sorumlulukları o oranda azalır, “Allah’ın onları affedeceği umulur!” Affın umuda bağlanması sorumluluğun bütünüyle ortadan kalkmadığına, rehavetin hiçbir şekilde kabul edilmediğine işaret etmektedir. Birinin esaretten kurtarılması da bu kapsamdadır. Hz. Peygamber (s.a.v) “Esiri kurtarınız” buyurmuştur (Buhari, Cihad, 171; Müsned, IV, 394).

Bu ayet gerçek manada bir çıkış yolu bulamayan, ağır baskı ve tahakküm altında yaşayan insanların içinde bulundukları durumdan kurtarılması işinin Müslümanlara sorumluluklar yüklemektedir. İslami şuur ve sorumluluk taşıyanlar, dini hayatı kendi aile, sosyal çevresi veya ülkesiyle sınırlı tutamazlar. Dünyanın neresinde olursa olsun, ağır baskı, tahakküm ve insanlık dışı şartlar altında yaşayan ve fakat kendi beşeri imkânlarıyla herhangi bir çıkış yolu bulamayanlara karşı Müslümanlar belli seviyelerde sorumludurlar. Özellikle Müslüman kardeşleri bu durumda iseler, bu sorumluluk bir kat daha artar, öncelikli görev niteliğini kazanır.

İslam dininin gözettiği hedeflerden biri insanların özgürleşmesidir. İnsanlar bazı durumlarda fikri ve politik tahakkümler, bazen da askeri diktatörlükler veya ağır sosyal baskılar altında yaşarlar. Her iki durumda baskı ve tahakküm insanın onuruyla bağdaşmaz. Dinlerinin sahih özüne bağlı Müslümanlar özgürleştirici insanlar olarak herkesin özgürlüğüne kavuşmasını isterler, kimseyi zorla dinlerine dâhil etmezler. “Fitne” bir görüşün veya dinin baskı yoluyla kabul ettirilmesidir, fitnenin “yeryüzünden kaldırılması ve dinin sadece Allah’a halis kılınması için savaşılması” demek, baskı altındaki insanların Hak dini kendi iradeleriyle seçebilecek özgürlüğe sahip olmaları haline gelebilmeleri demektir. (Bkz. 8/Enfal, 39.)

Müslümanlara Kuzey Irak ve İran kapılarını açan Kadisiyye savaşında (h. 16/m. 636) Sâd b. Ebi Vakkas, Rebi b. Amir’i elçi olarak İran karargâhına gönderdi. İran orduları başkomutanı Rüstem debdebe içinde altınlar, gümüşler, rahat yastıklar arasında oturuyordu, herkes şık ve gayet pahalı elbiseler giymişti. Kısa boyu ve kalın kalkanı ile ilerleyip karşısına dikilen Rebi bin Amir’e Rüstem

“-Siz ki çölde yaşayan bedevi Araplardınız, sizi buralara kadar getiren nedir?” diye sordu. Rebi b. Amir, gayet kendinden emin ve alicenap bir üslupla şu cevabı verdi:

 “-Biz, insanları kula kul olmaktan Allah’a kul olmaya, dünyanın darlığından ahiretin genişliğine ve dinlerin zulmünden İslâm’ın adaletine çıkaralım diye Allah’ın gönderdiği bir toplumuz.”

Baskı ve zulüm savaşın sebeplerinden biridir. Ancak baskı altındaki halkı kurtarmak, suistimale de açıktır. Bazen sömgergeci, emperyalist ve içten pazarlıklı devletler, göz diktikleri ülkeleri ele geçirmek amacıyla baskıyı araçsallaştırıp işgale veya iç savaş çıkartmaya alet olarak kullanabilirler.

Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahip) gönder, bize katından bir yardım eden yolla.” Bu bir şehirde veya bir ülkede kurumsallaşmış zulüm hakkında önemli ip uçlar vermektedir. Eğer bir ülkenin toplumsal hayatı ilahi emir ve ilkeler doğrultusunda değil de zümre, sınıf, aile ve başka grup çıkarına dayalı ise ve ana yönelim insanın heva ve hevesinin tatminini temel alıp bu da kitleler tarafından destekleniyorsa, o şehir veya ülke, halkıyla beraber zalim olma sıfatını kazanmaktadır. Böyle bir ülkede iyi insanların, baskı altında yaşayanların imdadına yetişmek, onların temel hak ve özgürlüklerinin teminat altına alınması için çaba harcamak, bu hükmün kapsamı içinde görünmektedir. Baskı ve zulüm altında yaşayanlara yapılacak yardım iki şekilde olur: Biri, onları o ülkeden kurtarıp çıkarmak; diğeri temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almak.

Nisa sûresinde (4/97-99) tek başına güçsüzlüğün kurtarıcı olmadığı, güçsüz olanların imkân bulup “geniş olan Allah’ın arzı”nın herhangi bir bölgesine hicret edebilecekleri belirtilir. Kurumsallaşmış zulmü reddedenler veya baskıdan kurtulmak isteyenlerin imdadına yetişecek olanlar “Allah katından giden koruyucular ve yardımcılar”dır. Böyleleri için mücadeleyi göze almamak Müslümanlara yakışmaz. Ayetin girişinde “Size ne oluyor ki” uyarısıyla vurgulandığı üzere bu bir nakısa sayılır.

3. Hicret etmek sorumluluktur

“Melekler kendi nefislerine zulmedenlerin hayatına son verecekleri zaman derler ki: “Nerde idiniz?” onlar: “Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmışlar (müstaz’aflar) idir” derler. (Meleklerde🙂 “Hicret etmeniz için Allah’ın arzı geniş değil miydi?” derler. İşte onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü yataktır o? Ancak erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan müstaz’aflar olup hiçbir çareye güç yetiremeyenler ve bir yol (çıkış) bulamayanlar başka. Umulur ki Allah bunları affeder. Allah affedicidir, bağışlayıcıdır.”(4/Nisa, 97-99)

İslam’ın ilk dönemlerinde bazı insanlar İslamiyet’i kabul ettikleri halde Müslümanlığı kabul etmeyen kabilelerde yaşıyorlardı. Buhari’de yer alan kayda göre bunlar hem müşriklerin sayısını arttırıyor, hem savaşta –özellikle Bedir’de- Müslümanların attığı oklarla ölüyorlardı. (Buhari, Tefsir, 4/19; Fiten, 12.) Öncelikle ayet onların durumuna işaret etmekte, bu tür insanların “kendi nefislerine zulmettiklerini, kendilerine haksızlık ettiklerini” belirtmektedir. Bugüne de onların durumunda olan insanlar vardır.

İslami hayat sosyal boyutludur. Cemaat hayatını gerektirir. İnsanlar sadece evlerinin dört duvarı arasında dini hayat yaşayamazlar, sosyal bir çevreye ihtiyaç hissederler. Bu da kişilerin kendileri gibi Müslümanların olduğu bir toplum hayatını gerektirir. Bu, çok zorsa, o zaman hiç değilse dinlerini baskı ve engelle karşılaşmadan yaşayabilecekleri özgür bir ortamı aramaları lazım.

Ayet, birinci derecede güç yetirebilecek durumda olanların kendileri gibi Müslümanlarla bir sosyal çevre kurmalarını, ikinci derecede eğer bu mümkün değilse dinlerini özgürce yaşayabilecekleri ve tebliğlerini serbestçe yapabilecekleri bir yer ve ortam arayıp bulmalarını emretmektedir. Allah’ın arzı geniştir, bir yerde imkânsız veya çok zor olan şey, başka bir yerde mümkün olabilir. Gücü yettiği halde buna yeltenmeyenler sorumludur, bundan dolayı sorguya çekilecektir. Hiç kimse güç yoksunluğu arkasına saklanıp sorumluluktan kurtulamaz. İnkârın ve günahın (baskı, fesad ve sömürü) kurumsallaştığı yerde yaşamaya razı olmanın bazı riskleri var. İlki mesela insan çoluk çocuğunu İslami terbiye üzere yetiştiremez, diğeri kendi dini hayatını baskıdan dolayı özgürce yaşayamaz, hatta zaman içinde farkında olmaksızın inkârı ve münkeri kanıksar, tabii hayatın olağan akışı olarak kabul etmeye başlar. Bu yüzden gücü yettiği halde zayıflığını öne sürüp İslami hükümlerin uygulandığı Medine’ye hicret etmeyenler uyarılıp korkutulmuştur. Mekke’de kalanlar vahyin nimet ve bereketinden yararlanamıyorlardı.

İnsanlar, tutum ve davranışları konusunda başkalarını ikna edecek olsalar bile, öne sürdükleri gerekçeler samimi değilse, ölüm anında veya azabı görecekleri zaman meleklerin çetin sorgusuyla karşı karşıya geleceklerdir: “Ne işte idiniz?” sorusu bir azardır. Bu soruyla ikiyüzlülük, samimiyetsizlik açığa çıkmış olur. Yani siz, rahatınız bozulur diye veya yurdunuzdan ayrılmayı göze almadığınız için inancınızı özgürce yaşayabileceğiniz yere hicret etmediniz. Bu sizin sahiden güçsüz olduğunuzdan değil, kendinizi ve başkalarını kandırma isteğinizden kaynaklanıyordu. Belki yurdunuzda rahattınız, Allah’ın arzı geniştir, yeryüzünde inancınızı özgürce yaşayabileceğiniz başka yurtlar da bulabilirdiniz, ama siz diğer Müslümanlar gibi rahatınızı bozmak istemediniz.

Hicret öylesine amir bir hükümdür ki, yerine getirmemek cehennem azabına sebebiyet verir. Bunun anlaşılır sebepleri vardır. İlk dönemlerde Mekke’den Medine’ye hicret etmek, Hz. Peygamber’i ve ilk cemaati hem fiziki hem demografik yönden desteklemek anlamına geliyordu. Dahası hicret edenler, özgür bir ortamda dinlerini rahatça yaşayabiliyor, tebliğlerini serbestçe yapabiliyorlardı. İnkârın ve isyanın hüküm sürdüğü bir sosyal çevrede yaşamaya devam etmenin uzun vadede bazı sakıncaları var. Mesela zaman içinde kişiler mü’min olsalar bile, bazı günah ve isyanları kanıksayabilirler, sıradan, olağanmış gibi algılayabilirler. Maddi, sosyal ve manevi çabalarıyla isyanın ve inkârın kurumsallaştığı sosyal ve politik bir çevreyi takviye ederler. En önemlisi böyle bir sosyal çevrede dini hayat bireyselleşir, cemaat hayatı zayıflar, böylelikle din toplumsal ve kamusal boyutlardan uzaklaşmış olur.

Tabii ki sahiden içinde yaşadığı sosyal çevreyi terketmeye güç yetiremeyenler elbette bundan istisnadır. Yaşlı erkekler, kadınlar, çocuklar, hastalar, engelliler vs. Bunlar “çıkış yolu veya çare (hile)” bulamazlar, yani hem ne yapacaklarını bilmiyorlar, hem bilseler de yapmaya güçleri ve imkânları yetmez. İbn-i Abbas, kendini ve annesini kastederek, “Biz tam da öyleydik” demiştir. Kendisi küçüktü, annesi Haris kızı Ümmü’l-fadl hayli yaşlıydı. Böyleleri zaten güçlerinin yetmediği şeylerden sorumlu tutulmazlar (2/Bakara, 286). Denir ki, bu ayet kendisine ulaştığında Cündeb bin Damre, çocuklarından kendisini sedyeye koyup Medine’ye götürmelerini istedi, çocukları öyle yaptılar, ancak ağır hasta idi, bünyesi dayanamadı, yolda vefat etti.

Bu duruma düşmüş insanlar Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle artık “sarp yokuşta” çaresiz insanlardır:

Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir? Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; Ya da açlık gününde doyurmaktır,Yakın olan bir yetimi, Veya sürünen bir yoksulu.” (90/Beled, 11-16.)

Arapça “Sarp yokuş/akabe” bir vadiden yüksek tepeye doğru çıkan yokuş olup düz olmadığından tırmanması hayli zordur. “Sarp yokuş” nedir? İnsan hangi fiilleri yaptığında zor bir işi başarmış sayılacak?

13-16 arası ayetler, sarp yokuşun köleleri özgürlüklerine kavuşturmak; açları doyurmak; yakın olan bir yetimi veya toprağa düşmüş, yani çaresizce çırpınan yoksulları doyurmak olduğunu belirtir. Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Yoksula verilen sadaka bir sadaka, akrabaya verilen sadaka iki sadaka yerine geçer. Biri sadaka sevabı, diğeri akrabayı koruyup gözetme sevabıdır” (Tirmizi, Zekât, 26; Ebu Davud, Savm, 21; Nesai, Zekât, 82).

Şüphesiz çağımızda çeşitli sebeplerle yerinden göç etmek zorunda kalanlar, mülteciler de bu kapsama girer. İç çatışmalar, savaşlar, açlık, aşırı yoksulluk, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, kuraklık, terör, baskı rejimleri, bulaşıcı hastalıklar, ekolojik dengenin bozulması, tabii afetler vb. sebeplerle milyonlarca insan yerlerinden oluyor, hayatta kalabilecekleri, güven içinde yaşayabilecekleri bölgelere göç ediyorlar. Ya kendi topraklarında mülteci durumuna düşüyorlar veya başka ülkelere iltica etmek zorunda kalıyorlar.

Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. “Biz size, ancak Allah’ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür.” “Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimizden korkuyoruz.”(76/İnsan, 8-10)

8. ayet ihlas ve sadakatle Allah’ın hoşnutluğunu arayan mü’minlerin çarpıcı bir vasfını dile getirmektedir: O mü’minler yemeğe duydukları arzuya, sevgiye rağmen ihtiyaç sahibi yoksul, yetim veya esir olursa ona verirler. Yemeğe olan sevginin iki tür var: Biri kişi çok sevdiği bir yemeğe sahiptir, diğeri yemeği azdır, belki ancak kendine yetebilmektedir; buna rağmen ihtiyaç sahibi kimselere verebilme fedakârlığını göstermektedir.

Tefsirciler bizim yoksul olarak çevirdiğimiz “miskin“in çaresizlik içinde yoksul düşmüş kimse olduğunu söylemişlerdir. Bu durumdaki yoksulun Müslüman veya gayrimüslim olması farketmez; ihtiyaç içinde ise ona yardım edilir. Bazıları miskinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere gezinip duran kimse olduğunu söylemişlerdir ki, bu hem işsiz güçsüz kimseleri, hem de şu veya bu sebepten dolayı yerinden yurdundan olmuş mültecileri içine alır. Bu durumda olan miskinler hangi dinden, mezhepten veya inançtan olurlarsa olsunlar, onlara yardım edilir, açlıktan kırılmamaları için gerekirse eldeki ekmek onlara verilir.

Yetim ise aile, özellikle baba korumasından yoksun olmuş ihtiyaç sahibi kimse demektir ki, bunun erginlik çağına ermemiş erkek ve kız çocuklarını çağrıştırdığı açıktır. Kur’an-ı Kerim’de yetimler hakkında sıkı hükümler yer almıştır. (Bkz. 4/Nisa, 2 ve 6.) Esir ise savaş sonucu özgürlüğünü kaybetmiş, tutsak düşmüş kimsedir. İbn-i Abbas esirin Allah’a ortak koşan (müşrik) olduğunu söylemiştir. Zaten Müslüman başka Müslümanın esiri olamaz, ayetin indiği toplumsal ve tarihsel şartlara bakıldığında esirin gayrimüslim kimse olduğu açıkça anlaşılır. Bugün dünyanın birçok ülkesinde zorlayıcı sebeplerle başka ülkelere iltica etmek zorunda kalan çaresiz insanlar maalesef o ülkenin bir kısım yurttaşları tarafından istenmemekte, onlara karşı ırkçı, dışlayıcı ve saldırgan tutumlar takınılmaktadır. Bu utanç verici tutumun İslam ülkelerinde de görülüyor olması hüzün vericidir. Oysa Katade’nin de belirttiği üzere ayetin indiği ortamda Müslümanlar esirlere gayet iyi muamelede bulunmuş, gerektiğinde onlarla ekmeklerini paylaşmışlardır.

Bu üç insan grubuna yedirilecek yemek veya yapılacak bağışın yemeğin ve malın iyisinden olması gerekir. Bakara sûresinde (2/267) infakın kazanılan veya yerden bitirilen ürünlerin iyisinde seçilmesi gerektiği belirtilmektedir. Aynı sûrenin 177. ayetinde de “iyiliğin/birr“in kişinin sevdiği maldan infak etmesi olduğu belirtilir. “Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe asla iyiliğe ermiş olmazsınız” (3/Al-i İmran, 92).

Yüksek bilince sahip Müslümanlar miskine, yetime ve esire (mülteciye ve muhacire) böylesine fedakârlıklar yaptıkları zaman bunun arkasından birtakım hesaplar yapmazlar. Sadece Allah’ın hoşnutluğunu gözetiyorlar, onlardan ne politik ne ekonomik veya sosyal birtakım beklentiler içine girmezler. Onların yegâne düşünceleri zor duruma düşmüş insanlara yardım elini uzatmaktır.

Mü’minler, yaptıkları yardım karşılığında teşekkür dahi beklemiyorlar, adeta “iyilik yap, denize at, balık bilmese de Halık bilir” prensibinden hareketle günün birinde, en azından ahirette mutlaka yaptıkları iyiliğin katlanarak karşılarına çıkacağını biliyorlar. Bu dünyada sahip olduğumuz nimetlerin tamamını bize bağışlayan yüce Allah’tır. Her ne verip infak ediyorsa, Allah için verir (92/Leyl, 20). Mü’mine iki haslet, korku ve cimrilik yakışmaz. Esasında ihtiyaç sahiplerine infak ettiğimizde “Allah’ın bize verdiği rızık”tan infak etmiş oluyoruz. Bencil davranıp da kulaklarımızı muhtaçların feryadına kapadığımızda asık suratlı, zorlu gün yani kıyamette hesap günü geldiğinde hesap veremeyeceğimizden korkarız. Aslında asık surat insan için kullanılır ama Araplar bunu “Abûsan kamtariran” şiddet ve dehşetinden herkesin tir tir titreyeceği zorlu gün için de kullanırlar. İşte böyle bir günde yüce Allah’a hesap verme korkusu içinde olanlar, yemeği, malı çok sevdikleri halde ihtiyaç sahiplerine infak etmekten geri durmazlar.

4. Zekatın bir kalemi mülteciler ve muhacirlerdir

Sadakalar, -Allah’tan bir farz olarak- yalnızca fakirler, düşkünler, (zekât) işinde görevli olanlar, kalpleri ısındırılacaklar, köleler, borçlular, Allah yolunda (olanlar) ve yolda kalmış(lar) içindir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (9/Tevbe, 60)

Zekâtın harcama kalemleri şunlardır: 1) Yoksullar (fukara), 2) Miskinler (mesakin),  3) Görevliler (amiliyn), 4) Kalpleri İslam’a ısındırılacak olanlar (müellefe-i kulub), 5) Köleler (rikâb), 6) Borçlular (garımin), 7) Allah yolunda (fi sibeli’llah), 8) Yol ehli-yolda kalmış olanlar (ibn-i sebil).

Mülteciler/muhacirler yerine göre yoksullar, miskinler ve yol ehli-yolda kalmışlar kategorisine girer:

a) Yoksullar (Fukara): Müslüman yoksullar. Dilbilimciler ve fakihler yoksullar (fakirler) ile miskinler arasındaki fark konusunda dokuz ayrı görüş öne sürmüşlerdir. Biz Hz. Ömer, İbn-i Abbas ve İkrime’den hareketle fakirin Müslüman, miskinin gayrimüslim yoksul olduğu görüşünün daha isabetli olduğunu düşünüyoruz.

Buna göre şu veya bu sebepten maddi geçimlerini temin edemeyecek durumda olan yoksul kesimler bu fondan yararlanırlar. Zekâtın yöneldiği asıl maksat geçici rahatlık sağlamak değil, sınıf farkını ortadan kaldırmak, yoksulları iktisadi olarak güçlendirmektir. Bir iktisat politikası olarak duruma göre yoksula satın alma gücü kazandırılmalı, yerine göre balık tutacak bilgi, beceri ve olta sahibi kılınmalıdır. Nihai hedef yoksulu üretici kılmak veya şahıslara muhtaç olmaktan çıkarmaktır. İslam dini, meşru ve helal yoldan zengin olanlara bir şekilde kazanamayan, ezilen, çaresiz ve yoksul duruma düşenlere karşı mali-maddi sorumluluk yükler. Nice yoksul var ki, iffeti dolayısıyla kendini gizler (2/Bakara, 273). Bunların araştırılıp bulunması, daha önemlisi gelir bölüşümünü adaleti sağlayacak belirleyici iktisat politikalarıyla durumlarının düzeltilmesi devletin ana görevleri arasında yer alır. Zekât toplayıp dağıtmanın devlet eliyle yerine getirilen bir görev olarak vaz’edilmesi, İslam Devleti’nin ‘sosyal adalet’ boyutuna önemli bir vurgudur. Devletin yoksul kesimlere kaynak aktarımı ana görevlerinden biridir. Yoksullar kendi haline ve zenginlerin insafına, keyfi infaklarına terkedilemezler.

b) Miskinler (Mesakin): İlk dönem şartları göz önünde bulunduranlar, hicret edenlerin “yoksul”, etmeyenlerin “miskin” olduğunu söylemişlerdir veya ihtiyacı olduğu halde el uzatmayan yoksul, el uzatıp dilenen ise miskindir. “Bir iki hurma veya iki lokma ile savuşturulan kimse yoksul değildir. Asıl yoksul muhtaç olduğu halde dilenmeyen kimsedir.” (Buhari, Tefsir 2/48; Müslim, Zekât, 102). Reşid Rıza da, miskinin aşırı yoksul değil, muhtaç olduğu halde dilenmeyen kimse olduğunu düşünmektedir.

 Her ne kadar İslam bilginleri fukara ve mesakini aynı saymışsa; aralarında yoksullukta derece farkını görüp miskinleri katlanılabilir yoksulluktan daha yoksulluk hali, düşkünlük olarak görmüşlerse de, ayette iki ayrı isimlendirmenin (fukara ve mesakin) gelmiş olması, bize Hz. Ömer ve İbn-i Abbas’tan gelen ayırımın daha isabetli olduğunu göstermektedir. Belki ayetin indiği ortamda gayrimüslim yoksullar kendi cemaatlerinin koruması altında idi, ancak sonraki dönemlerde İslam hâkimiyeti altında yaşayan milyonlarca gayrimüslimin içinden yoksulların olmayacağı, olanların da İslam Devleti’nin koruması altına alınmayacağı düşünülemez. Kaldı ki, bu görüşü destekleyici örnekler yok değildir. Üç tanesini zikredelim:

Hz. Peygamber (s.a.), Hz. Safiyye’nin akrabası iki Yahudi’ye sadakadan vermiş (6), Hz. Ömer de kör bir Yahudi’ye Beytülmal’dan maaş bağlamıştır: Halife, Medine’de terkedilmiş kör bir zimmiyi görmüştü. Adam “Gençliğimde benden cizye aldılar, kör olunca terkettiler, benim kimsem yok” deyince, Hz. Ömer “Sana adil davranılacak, hazineden sana yeterli miktarda mal verilecek” dedi ve adamın böylelikle ihtiyacı Beytülmal’dan karşılandı. (7). Halid bin Velid’in Hire halkı ile savaş yapmadan cizye üzerine yaptığı anlaşma bu konuda önemli bir örnektir: “Hangi yaşlı çalışamaz hale gelir, kendisine bir afet isabet eder veya zengin iken yoksul duruma düşer de ehli ona sadaka verirse, ondan cizye vergisi kaldırılır. Daru’l hicre ve Daru’l İslam’da ikamet ettikleri sürece, o ve çoluk çocuğunun geçimi Müslümanların hazinesinden sağlanır, Daru’l hicre ve Daru’l İslam’dan çıkacak olurlarsa nafakaları Müslümanlara düşmez.”  (8)

c. Yol ehli-yolda kalmış olanlar (İbn-i sebil): Tefsircilere göre meşru bir yolculuğa çıkmış bulunan birinin şu veya bu sebepten muhtaç duruma düşmesi durumunda ona zekât fonundan yardım edilir. Arızi olarak bu duruma düşen kimsenin kendi öz yurdunda zengin olması neticeyi değiştirmez. Hamidullah, buna yol güvenliği, yolculara verilecek sağlık hizmetleri ve turistik trafiğin de dâhil edilebileceğini söylemektedir.

Çağımızda çeşitli sebeplerle yerinden göç etmek zorunda kalanlar, mülteciler de bu fondan yararlandırılabilir. Çeşitli sebeplerle milyonlarca insan yerlerinden oluyor, hayatta kalabilecekleri, güven içinde yaşayabilecekleri bölgelere göç ediyorlar. Mülteciler konusu küresel ölçekler kazanmış bulunmaktadır ve maalesef en çok İslam dünyasında yaşanmaktadır. Bu ayetin hükmünce Müslümanların zekât, infak ve başka tasadduklarıyla elde edilecek kaynak ortak bir fonda toplanıp mültecilerin yerleşim, barınma, güvenlik, sağlık ve eğitimleri için harcanabilir. Ortak fon oluşturmak mümkün değilse, irili ufaklı cemaatler, stk’lar veya bireyler bu görevi üstlenmelidir. Mülteciler, sığınmacılar, zoraki göçe tabii tutulanlar Beled sûresinde  “ellerinden tutup da kendilerine yardım edilmeyen kimseler”dir ki, bu yüzden gücü ve imkânları yetenler onlara karşı görevlerini yerine getirmedikleri için kınanmaktadırlar. (Bkz. 90/Beled, 11-16).

Notlar

6) Bkz. Ebu Ubeyd, Kitabu’l-Emval, s. 570-571.

7) Kurtubi, ilgili ayetin tefsiri; Derveze, Tefsiru’l-Hadis, XII, 171.

8) İmam Ebu Yusuf’un Kitabu’l Haraç, s.156; Muhammed Hamidullah, “el Vesaiku’s Siyasiyye” s. 317.