Günün Yazısı

Kur’an ve Sünnet Işığında Müslüman Olmayanlarla İlişki Üzerine

Geçmişte olduğu gibi yaşadığımız çağda da farklı din, mezhep, inanç ve etnik grupların bir arada yaşaması sağlanabilmiş değildir. Bir şekilde siyasi veya askeri gücü ele geçiren topluluk -bu hanedan, aile, aşiret, kabile, , kadro/zümre, sınıf, etnik veya bölgesel topluluk olabilir- hakimiyeti altına aldığı toplulukları kendi keyfine göre yönetmekte, kaynak bölüşümünü de kendi tarafını kayırmak suretiyle yapmaktadır.

Yüce Allah’ın bir hikmet ve sebep üzere farklı kıldığı insan toplulukları arasında sürüp giden kanlı çatışma ve husumetlerin sebebi bir tarafın diğerleri üzerinde mutlak iktidar kurma tutkusundan kaynaklanır. Oysa mutlak iktidar El Kadir olan Allah’a aittir ve Allah, özgürlük, ahlak, adalet ve ihtiram içinde; herkesin ortak iyisi ve çıkarı korunarak nasıl bir arada yaşanacağını göstermiş bulunmaktadır. Biz Kur’an vahyi ışığında bu konuyu ele almaya çalışacağız:

1.Genel bir prensip olarak velayet ve üç kırmızı çizgi

Bu konuda başvuracağımız ilk ayetler kümesi Mümtahine, 8-9. Ayetler olacaktır:

Allah, sizinle din konusunda savaşmayanlara, yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever. Allah, ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkaranları ve sürülüp-çıkarılmanız için arka çıkanları veli edinmenizden sakındırır. Kim onları dost edinirse, artık onlar zalimlerin ta kendileridir.” (60/Mümtehine, 8-9)

Kaynaklar 8. ayetin Müslüman olmayı kabul etmeyen Huzaa kabilesinin durumuyla ilgili olduğunu kaydeder. İbn-i Abbas, bu kabileyle Müslümanlara saldırmamak ve düşmanlarıyla işbirliği yapmamak üzere anlaşma yapıldığını söyler. Yüce Allah da, onlara iyilikle muamele edilmesine izin verdi. İniş sebebi bu olmakla beraber her iki ayet çok daha genel bir ilişkiler biçimine temel teşkil etmektedirler.

Velayet” karşılıklı sosyal ilişki ve siyasi birlik demektir. Ayetten anlaşılan şu ki, “Müslümanlara dinlerinden dolayı savaş açmayan, onları yurtlarından sürmeyen ve düşmanlarıyla ittifaklar kurmayanlar”la bir arada yaşanabilir. Bu bir arada yaşama şekli “velayet” terimi ile ifade edilmiştir. Zikrettiğimiz iki ayetin bu yönde anlaşılmasını gerektiren husus, Hz. Peygamber (s.a.)’in Medine’deki tatbikatıdır. Ehl-i kitap bir yana, Resûlullah müşrikleri dahi iki ana gruba ayırmıştı:

      1. İslam’ın ve Müslümanların varlığını tanımayan Mekkeli (muharip) müşrikler,

      2. Müslümanlarla doğrudan veya dolaylı yoldan sözleşme kurallarına göre yaşama iradesini göstermiş bulunan Medineli (muahid) müşrikler.

Bu durumda en genel anlamda gayrimüslimleri iki ana gruba ayırmak mümkün: “Muahid olanlar” ve “muharip olanlar.” Muahid olanlar Müslümanlarla savaşmayıp barış içinde yaşamayı kabul edenler; muharip olanlar ise savaştan yana olanlardır.

8. ayet muahidlerle kurulacak ilişkinin esaslarını belirlemektedir. Buna göre muahidler, Müslümanlarla anlaşma yapma iradesini gösterenlerdir. Bu anlaşma devletler veya topluluklar arası olabileceği gibi, aynı toplumun yönetimi ve kamusal işlerinin ortaklaşa görülmesi amacıyla taraflarca imzalanmış bir “toplum sözleşmesi” de olabilir. Muahidlere “iyilik” yapılabilir, onlarla adil ilişkiler kurulabilir. Aradaki ilişkinin temeli “iyilik ve adalet” olmalıdır. Siyasi organizasyonların genel maksadı toplumsal hayatta “ortak iyi ve ortak çıkarı” korumak olduğuna göre, anlaşma şu veya bu topluluğun mutlak üstünlük veya ayrıcalıklarına, başka bir ifadeyle tek taraflı hakimiyetine dayanmadan da, bir arada ve barış içinde yaşama iradesini gösteren her din ve inanç grubunu içine alır.

Ayetin çoğul (cemi’) gelmiş olması, bireysel düzeyde iyi ve adil ilişkilerin kurulmasına engel değildir. Nitekim Müslümanlığı kabul etmeyen Hz. Ebu Bekir’in karısı uzun zaman sonra Medine’ye gelmiş ve kızı Esma’yı görmek istemişti. Esma, Hz. Peygamber’e annesine ikramda bulunup bulunmayacağını sorunca Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Annene iyi davran!” (Buhari, Hibe, 29; Müslim, Zekât, 50).

İslam tarihinin en iyi bilinen uygulaması olan gayrimüslimleri “Zimmi statüsü”ne koyan hüküm (Cizye ayeti) Hicret’in 9. yılında indi. Biraz sonra değineceğimiz müşriklerle umumi savaşı emreden Tevbe sûresi, 9. ayet indiğinde muahid müşrikler istisna edildi. Bu ayet, her ne olursa olsun, inanmayanların veya müşriklerin öldürülemeyeceğini açık olarak hükme bağlamaktadır. Tarihen de biliyoruz ki, Resûlullah anlaşmalı müşrik ve Yahudilerden cizye almış değildir; anlaşma gereği yükümlülüklerini yerine getirmelerini talep etmiştir.

Durum buysa yani Müslümanlarla savaş halinde değillerse, hangi dine ve inanca mensup olursa olsunlar, İslamiyet’in dışında kalan gruplar ile Müslümanlar arasında bir arada yaşamayı esas alan sözleşmeler imzalanabilir. Tevhid açısından şirkten daha ağır suç ve nefret edilecek inanç yoksa Kur’an’da sayılan bütün gayrimüslim gruplarla uygun şartlarda sözleşmeler imzalanabilir. Elbette Müslümanlara savaş açarlarsa, onları yurtlarından sürmeye veya düşmanlarıyla ittifak kurmaya kalkışırlarsa onlarla savaşılır ve galip gelindiği takdirde Müslümanların zimmileri olurlar. Osmanlı’ya kadar genel tarihi tatbikat da bu yönde olmuştur. 9. ayet: a) Din konusunda Müslümanlarla savaşanlar;  b) Müslümanları yurtlarından sürüp çıkaranlar;  c) Müslümanların düşmanlarıyla işbirliği yapan veya onlarla ittifak kuranlarla “velayet” ilişkisini yasaklar.

Ayeti mefhum-u muhalifinden okumak icap ederse, bu üç özelliğe sahip olmayanlarla:  aa) Hem iyilik ve adalet temelinde ilişki tesis edilebilir;  bb) Hem onlarla velayet ilişkisine girilebilir.

Velayet“i siyasi ilişki ve yönetişim şeklinde ele alabiliriz. Buna göre Müslümanlarla barış içinde bir arada yaşamak isteyen kimseler hangi dinden ve inançtan olurlarsa olsunlar siyasi birliğin tarafları ve ortakları olabilirler. Hz. Peygamber’in Medine’de Yahudiler ve Medinelilerin mevlâları müşriklerle imzaladığı Medine Sözleşmesi bu hükmü açıkça içermekte, hatta iki maddesinde bu sözleşmeye imza atanları “diğer insanlardan ayrı ümmet” olarak tanımlamaktadır:

İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (câmi’a) teşkil ederler.” (Madde: 2);

“Benû ‘Avf Yahudileri, mü’minlerle birlikte [İbn-iHişâm’da bu, “ma’a” (= ile) olarak, Ebû Ubeyd’de ise “min” (= den) olarak zikredilir] bir ümmet (: câmi’a) teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlâları ve gerekse bizzat kendileri dâhildirler.” (Madde: 25).

Burada geçen “ümmet” evrensel inanç birliğini değil, tarafların katılımıyla, icap ve kabul esasına göre teşekkül etmiş bulunan “siyasi birliği” ifade etmektedir. Farklı din ve inanışa sahip sözleşme tarafları hep birlikte siyasi birlik demek olan “el camia”yı oluştururlar. Ne zamanki taraflardan biri sözleşme hükümlerini çiğner ve Müslümanlarla savaşır da yenilirse, o zaman “zimmi satütüsü” içinde mütalaa edilir.

Zimmilik Batı hukukundan bize intikal etmiş bulunan “azınlık (ekalliyet)”tan farklı bir statüdür. Genel olarak savaş sonucu ortaya çıkar ama savaş yegâne şartı değildir. Savaş olmadan da bazı gayrimüslim topluluklar zimmi olmayı kabul eder; Necran Hıristiyanları örneğinde olduğu gibi. Burada altı çizilecek husus şu ki, Müslümanlar muahid gayrimüslimlerle sözleşme temelinde siyasi birlik kurabilir; muhariplerle ise savaşırlar ve onlarla hiçbir şekilde sevgi bağına dayalı dostluk (velayet) ilişkisine girmezler.

Müslümanların bir bölümü (topluluk, cemaat, devlet, ülke) kimlerle anlaşma imzalayacak olurlarsa olsun, bunun yegâne istisnası dostluğun, iş birliği ve anlaşmaların Müslümanların aleyhine olmamasıdır. (Bkz. 9/Tevbe, 23-24; 22/Hac, 39-41; 58/Mücadele, 22).

2. Müşriklere karşı tutum

Toptancı veya genelleme yapmadan Kur’an’ın “müşrikler”e karşı tutumunu ve Müslümanlara neyi önerdiğini anlamanın en doğru referanslarından biri Tevbe, suresinin 4 ve 5. Ayetleridir. Maalesef bu ayetler özellikle zamanımızda bazı gruplar tarafından kendi maksatlarına aykırı olarak yanlış anlaşılmakta ve kullanılmaktadır:

“4.Ancak müşriklerden kendileriyle antlaşma imzaladıklarınızdan (antlaşmadan) bir şeyi eksiltmeyenler ve size karşı hiç kimseye yardım etmeyenler başka; artık antlaşmalarını, süresi bitene kadar tamamlayın. Şüphesiz, Allah muttaki olanları sever.  5. Haram aylar (süre tanınmış dört ay) sıyrılıp-bitince (çıkınca) müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları tutuklayın, kuşatın ve onların bütün geçit yerlerini kesip-tutun. Eğer tövbe edip namaz kılarlarsa ve zekâtı verirlerse yollarını açıverin. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” (9/Tevbe, 4-5.)

Tevbe suresinin girişinden her ne kadar Allah’a ortak koşanlarla her türlü diplomatik ilişki kesilmiş ve savaş hali ortaya çıkmışsa da, anlaşmalı müşrikler bunların dışında tutulmuştur. Bunlarda aranan vasıflar, yukrıda gördüğümüz üzere anlaşma şartlarına sadık kalmaları, Müslümanların düşmanlarıyla işbirliği yapmamalarıdır. Bu özellikleri dolayısıyla anlaşma süreleri doluncaya kadar güvende olacaklardır. Karşı taraf yani Müslümanlar, şartlara riayet ettiği halde, müşriklerin aleyhinde anlaşmayı bozmaya kalkışacak olurlarsa, takvaya uygun hareket etmiş olmayacaklardır. İslam’da aslolan anlaşmalara sadakattir: “Akitlerinizi yerine getirin.” (5/Maide, 1. Bkz. 17/İsra, 34; Mü’min, 8.). Karşı taraf ihanet etmedikçe veya anlaşma süresi tamamlanmadıkça anlaşmalar şartlarına uygun devam eder, gerekleri yerine getirilir. (Bkz. 4/Nisa, 90.)

İbn-i Abbas’tan gelen bir bilgiye göre bundan sonra anlaşma süresi uzun olan tek bir grup vardı, bunlar da Kinane oğullarından Beni Bekir kabilesinin bir koluydu, bazılarının iddiasına göre ayet indiğinde anlaşmalarının bitimine 9 ay vardı. Bu tarihten sonra Arap yarımadasında müşrik kalmadı. Fakat Taberi’nin verdiği bilgilerden hareket edildiğinde, bu sürenin 9 ay değil, 7 sene olması lazımdı, çünkü Hudeybiye anlaşması Hicretin 6. yılında imzalanmıştı. Bu konuya 7. ayetin tefsirinde dönme fırsatımız olacak.

Dört ayın bitiminde müşrikler sıkı bir biçimde takip edilecekler. Müşrikler ya Müslüman olacaklar ya Arap yarımadasını terkedecekler veya savaşı göze alacaklar. Bunun ağır bir hüküm olduğu açıktır ancak üzerinde önemle durulmaktadır. Buna yol açan sebep Hz. İbrahim’in temellerini bulup oğlu İsmail’le yükselttiği Allah’ın Evi Kâbe’nin putlardan ve putçuluktan tamamen arındırılması, buna yol açacak her türlü tehlike ve ihtimale karşı korunmasıdır. İkinci önemli sebep, şirkin bizatihi kendisi pisliktir (neces). Müşrikler, Müslümanlar gibi bedenen taharet almadıkları gibi ruhsal olarak kirlidirler. Kâbe ve Haram Bölge, kutsalın kesafet kazandığı özel topraklardır, buralarda hiçbir kirin ve pisliğin olmaması lazım (Bkz. 9/28). Haram Bölge dışında Müslümanlarla savaş halinde olmayan kimselerin gezip dolaşmaları mümkündür. Onlara kesin olarak yasaklanan bölge Haram Bölgedir.

Bu da bize gösteriyor ki, Kâbe ve Haram Bölge’ye Müslümanlardan başka kimselere girme yasağının getirilmesi tümüyle illetine bağlı tarihi bir hüküm değildir, putçuluk tehlikesi tarihi ise de, hükmün evrensel yönü, şirk ve şirkin devam etmesidir. Allah’ın varlığını tanıyıp da Hz. Peygamber’in Risaletini tanımayan (deistler), onun tebliğ ettiği Şeriat’ın geçersizliğini savunan veya dini, hayatın çeşitli alanlarından, toplumsal ve kamusal alanlardan uzak tutmak isteyenler –dinin bir bölümünü kabul edip bir bölümünü iptal edenler- bu tanıma girerler. Bu özelliğiyle şirk 7. yüzyılın ilk yarısında Arap yarımadasında veya Mekke’de gözlenen tarihsel bir kategori değil, evrensel bir kategoridir. Kıyamete kadar şirk ve müşrik olacaktır.

Fakat olayın siyasi, sosyal ve askeri boyutu da vardır. Müşrikler, eski cahiliye düzenin mücadelesini veriyorlardı. İslamiyet, farklı topluluklar arasında sözleşme imzalama teamülünü, kanun hakimiyetini, yol emniyetini, ticari v ekonomik faaliyeti ilkesini getirdi. Müşrikler ise, eskiden olduğu gibi kabile savaşlarını, kan davalarını tahrik edip güçsüz kabileleri yağmalama, çapulculuk yapma adetlerinden vazgeçmiyorlardı. Hz. Peygamber, Arap yarımadasını işte bunlardan temizlemeyi murad etmişti.

Burada zikri geçen “haram aylar”ın Arapların bildiği haram dört ay mı, yoksa müşriklere tanınan süre mi konusunda iki görüş var. Kimileri bilinen haram aylar olduğuna kail olmuşsa da, Beydavi ve daha birçok müfessir, müşriklere tanınan dört ay olduğunu söylemişlerdir. (Haram aylar için bkz. 2/Bakara, 194.) Anlaşma süreleri dolanlar takip edilecek, bulundukları yerde kendileriyle savaşılacak, kuşatma altına alınacak, tutuklanacak, yolları kesilecek ve öldürüleceklerdir. Elmalılı, kendileriyle savaş halinde olan müşriklerin mutlaka öldürülmelerinin şart olmadığını, imkân dâhilinde ise esir alınabileceklerini belirtmektedir.

Şunun altını çizmekte zaruret var: Bu bağlamda sözü geçen müşrikler “mutlak manada müşrik” değil, Müslümanlarla anlaşmalı iken anlaşmasını bozan veya anlaşma süresi dolup savaş halinde olan ya da cahiliyede olduğu gibi çapulculuk, yağma ve baskınlar düzenleyerek yaşama arzusunda olan anlaşmaya-sözleşmeye yanaşmayan kimseler, kısaca düşman taraftır. Sûrenin isminden de (berae) anlaşıldığı üzere bu “savaş halinin ilanı”dır. Tabii olarak savaş meydanında ve savaş zamanında düşman bulunduğu yerde öldürülür; bu bir komutanın savaş meydanında cephedeki askerlerine “Ateş!” emrini vermesi gibidir. Bazı müfessirler –mesela Suyuti– adına “kılıç ayeti” verdikleri bu ayetin, müşriklerle her türden anlaşmaya cevaz veren ayetleri neshettiğini, dolayısıyla müşriklerle barış içinde yaşamanın mümkün olmadığını, nerede görülürse öldürülmeleri gerektiğine kail olmuşlardır ki, söz konusu ayet kümesinden bu hükmün istihraç edilmesi tamamen yanlıştır, tarihi uygulama da bu yönde olmamıştır. Kimse soyut inkârı veya inançsızlığı dolayısıyla öldürülemez; savaşa sebep Müslümanları dinlerinden dolayı öldürmeye, onları yurtlarından tehcir ettirmeye kalkışması ve düşmanlarıyla aleyhlerinde olmak üzere ittifak kurmasıdır (60/8). Tabii ki Müslümanlara savaş açanlarla savaşılır; savaşa verilen cevaza rağmen aşırıya gidilmez, mesela orantısız güç kullanılmaz, siviller hedef alınmaz (2/Bakara, 190-192; 4/Nisa, 88-91).

5. ayette “Eğer tövbe edip namaz kılarlarsa ve zekâtı verirlerse yollarını açıverin” buyrulmaktadır. Savaş halinde olan müşrikler şayet yapıp ettiklerinden pişmanlık duyup da tutumlarından vazgeçecek olurlarsa, hiç değilse İslam’ın zahiri hükümlerini ve yükümlülüklerini –mesela namaz kılıp zekâtlarını verirlerse- serbest kalacak, kendi hallerine bırakılacaklardır. İç dünyalarında nelerin olup bittiğini Allah’tan başka kimse bilemez, yüce Allah bağışlayandır, esirgeyendir.

Muharip olmayan müşriklere karşı tutumu Nisa suresi, 90-91. Ayetleri de teyid etmektedir:

 “90.Ancak sizinle aralarında andlaşma bulunan bir kavime sığınanlar ya da hem sizinle, hem kendi kavimleriyle savaşmak (istemeyip bun)dan göğüslerini sıkıntı basıp size gelenler (dokunulmazdır.) Allah dileseydi, onları üstünüze saldırıdır, böylece sizinle çarpışırlardı. Eğer sizden uzak durur (geri çekilir), sizinle savaşmaz ve barış (şartların)ı size bırakırlarsa, artık Allah, sizin için onların aleyhinde bir yol kılmamıştır. 91. Diğerlerini de sizden ve kendi kavimlerinden güvende olmayı istiyor bulacaksınız. (Ama) Fitneye her geri çağrılışlarında içine başaşağı dalarlar. Şayet sizden uzak durmaz, barış (şartların)ı size bırakmaz ve ellerini çekmezlerse, artık onları her nerede bulursanız tutun ve onları öldürün. İşte size, onların aleyhinde apaçık olan ‘destekleyici bir delil’ kıldık.” (4/Nisa, 90-91.)

Ayetlerin indiği tarihsel ortamda, hicret etmeyenler, kaçınılmaz olarak bu tutumlarıyla düşman tarafında yer aldıklarının mesajını vermiş oluyorlardı. Bu yüzden artık onlarla dost gibi davranılamazdı: “Şayet yine yüz çevirirlerse, artık onları tutunuz ve her nerede ele geçirirseniz öldürün. Onlardan ne bir veli (dost) edinin, ne de bir yardımcı.” Münafık, Allah’ın ve Müslümanların gizli düşmanıdır, zararı sadece kendine değil, başkalarına da dokunur. “Allah’ın ve Müslümanların düşmanlarıyla ilişkileri kesmek gerekir” (60/Mümtehine, 1). Bunlar düşman safında yer alan kimselerdir. M. Reşid Rıza, bu grubun önceden İslam’a girip sonra çıkan mürtedler olduğunu söyler. Bundan hareketle de, kendileri İslam’a ve Müslümanlara karşı savaş açmadıkça onlara dokunulmaz. Reşid Rıza’ya göre bu ayet, savaşçı olmadığı müddetçe mürtedlere dokunulmayacağına ilişkin bir delildir. (Mürted için bkz. 2/Bakara, 217. ayetin açıklaması.)

Mümtehine sûresinde (60/8-9) iki insan grubuna işaret edilmektedir: Biri, Müslümanların din ve vicdan özgürlüğünü tanıyan, onlarla dinlerinden ve hayat tarzlarından dolayı savaşmayan; onları yurtlarından sürmeyen ve düşmanlarıyla işbirliği kurmayanlar (muahidler); diğeri bunun aksi pozisyonda olanlar (muharipler). Burada üç tür insan grubundan söz edilmektedir:

a) Düşman gruplar (muharipler),

b) Anlaşmalılar (muahidler),

c) Tarafsızlar.

Resulüllah, Yuhadileri Medine içinde yaşayanlar ile banliyolarda yaşayan üç ana kabile olmak üzere iki ayrı kategoride ele aldı. Banliyoda yaşayan Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Kurayza, zaman içinde imzaladıkları anlaşmayı ihlal ettikleri için cezalandırıldılar ama Medine Yahudiler anlaşmaya sadık ladıklarında onlara dokunulmadı, hatta Hayber seferine bir grup Yahudi kendi dindaşları aleyhinde Hz. Peygamber’in ordusunda sefere katıldı ve ganimetten pay aldılar.

Hz. Peygamber müşrikleri de üç gruba ayırmıştı: a) Mekkeli müşrikler ki bunlar muharip olup İslam’ın düşmanlarıdır b) Medineli müşrikler: Bunların içinde münafıklar olsa bile anlaşma şartlarına riayet ediyorlardı, onlara hiç dokunulmadı c) Medine dışında yaşayıp Hz. Peygamberle anlaşma imzalayan irili ufaklı müşrik kabileler; bunlarla da saldırmazlık anlaşması imzalanmıştır.

Düşman gruplar muhariplerdir, onlarla savaş hali sürdükçe savaşılır ve savaşın gerekleri neyse o yapılır. Ayet, “savaş halinde olduğunuz kimseleri bulduğunuz yerde öldürün” demektedir. Elbette bu, kişinin şu veya bu dini inancı ve kimliğinden dolayı öldürülmesini emrettiği anlamına gelmez, savaş ortamında düşman olması hasebiyle öldürülür. İkinci grupta anlaşmalılar yer almaktadır. Anlaşmalılarla (muahidler) savaşılmayacağı açıktır. Bunlar hangi dinden olursa olsun, farketmez, puta tapıcı müşrik olsalar bile (Bkz. 9/Tevbe, 4). Eski Arap geleneğine göre, bir kabile anlaşmalı olduğu kabilenin hükümlerine tabii olurdu, çünkü o kabilenin mevlâsı idi. Yani onun gibi dost ve koruma altında kabul edilirdi. Kur’an-ı Kerim, savaş ortamında olsa dahi, anlaşmalı kabileden olan kimselerin de koruma altında olduğunu belirtmektedir.

Anlaşmalı tarafa sığınanlar da koruma altına alınır, savaş hali var diye öldürülmezler. Bu gibi kimseler anlaşmalı tarafa sığınmayı düşündükleri gibi, Müslümanlara da sığınma yolunu tercih edebilirler. Hem Müslümanlarla hem kendi kabileleriyle savaşmak istemeyenler üçüncü grubu, yani “tarafsızlar bloku”nu oluştururlar ki, bunlar da savaşın dışında tutulur.

“Göğüslerini sıkıntı basıp size gelenler (hasiret suduruhum). “Hasr” konuşan kimsenin göğsünün daralması, zorluk çekmesi veya hayli uzun hurma ağaçlarının tepesinden hurma toplayanların çektiği zorluğa, göğüslerinin bu işten daralmasına denir.

Savaş dolayısıyla göğüslerini sıkıntı basanları “savaş karşıtları, vicdani retçiler” şeklinde anlamak mümkün mü? Bu uzak bir ihtimal değildir. Herhangi adil ve haklı bir sebebe dayanmayan; sömürü, talan, ulusal tahakküm ve işgalleri hedefleyen, üstelik milyonlarca sivilin ölümüne, yaralanmasına, yurdundan sürülmesine veya ana vatanında mülteci durumuna düşmesine sebebiyet veren savaşların eksik olmadığı bir dünyada her geçen gün savaş karşıtlarının sayısında artış olmakta, askerlik yapmak istemeyen, devletlerin olur olmaz politikaları yüzünden insan öldürmeyi reddeden vicdani retçiler seslerini daha çok duyurmaktadırlar. “Savaş yorgunu” insanlar da bu kategoride ele alınabilir.

Yüce Allah bu grupların tutumunun Müslümanların lehine bir takdiri olduğunu beyan eder, çünkü dileseydi kalplerine Müslümanlara karşı kin ve husumet duygularını eker, onlar da Müslümanlara karşı savaşırlardı. Belki de Allah, Müslümanların düşmanlarının sayısını ve gücünü azaltmak için bu takdiri yapmış, böylece Müslümanlara lütuf ve ihsanda bulunmuştur. Durum böyle iken, Müslümanların gereksiz yere cepheyi genişletmeleri, düşmanlarının sayısını arttırma yolunu seçmeleri akıllıca olmaz. Madem ilahi takdir böyle tecelli etmiştir, Müslümanlar da tarafsız kalmak isteyen gayrimüslimlere dokunmamalı, onlara zarar vermemelidir, çünkü Allah onların aleyhine bir yol vermemiştir.

“Diğerlerini de sizden ve kendi kavimlerinden güvende olmayı istiyor bulacaksınız. (Ama) Fitneye her geri çağrılışlarında içine başaşağı (balıklama) dalarlar. Şayet sizden uzak durmaz, barış (şartların)ı size bırakmaz ve ellerini çekmezlerse, artık onları her nerede bulursanız tutun ve onları öldürün. İşte size, onların aleyhinde apaçık olan ‘destekleyici bir delil’ kıldık.”.

Müfessirlere göre bunlar Esed ve Gatafan kabileleriydi ki, tipik bir fırsatçılığı, ikili oynamayı temsil ederlerdi. Bir tür denge politikası takip edip Müslümanlarla putatapıcılar arasında kendilerini korumaya çalışıyorlardı. Tabii ki amaçları sadece kendi güvenliklerini korumaktı, oysa çatışma iki kabilenin çıkar hesaplaşmasından kaynaklanmıyordu; çatışma hak ile batıl, adalet ile zulüm, iyilik ile kötülük arasında sürüyordu ve böyle bir durumda suya sabuna dokunmadan, her iki tarafı idare etmeye çalışmak ahlaki bir tutum olamazdı. Açıkça tarafsız olduklarını ilan edecek olurlarsa, yukarıda belirtildiği üzere üçüncü bir kategori oluştururlar ve bu anlaşılabilir bir durum olurdu. Ama bunların yaptığı her iki guruba kendilerindenmiş gibi görünmeleri, ikili oynamalarıydı. Medine’ye geldiklerinde Müslümanlarla anlaşma imzalar, kavimlerine döndüklerinde onlarla birlikte hareket eder, anlaşmalarını bir kenara iterlerdi. Böylelerine güvenilmez, savaş hali kimseler olarak muamele görürler; yola getirilinceye kadar onlarla savaşmak gerekir.

 “Eğer müşriklerden biri senden ’eman isterse’, ona eman ver; öyle ki Allah’ın sözünü dinlemiş olsun, sonra onu ‘güvenlik içinde olacağı yere ulaştır.’ Bu, onların elbette bilmeyen bir topluluk olmaları nedeniyledir.” (9/Tevbe, 6)

Eman: Sığınma hakkı, can ve mal güvenliği, himaye-koruma talebidir. Ayet, çağımıza bakan yüzüyle kendi yurtlarında zor duruma düşmüş, öldürülme veya haksız yere hapsedilme tehdidiyle yüzyüze gelmiş ya da büyük bir tabii afete, ekolojik felakete maruz kalmış kimselerin/mültecilerin –ki bunlar müşrik dahi olabilir- Müslümanlardan eman, sığınma talep etmeleri veya Müslümanların yurduna iltica etmeleri durumunda onlara sığınma hakkı tanınacağı, genel anlamıyla bir coğrafi bölgenin kapasitesi her ne kadar ise o oranda mülteci kabul edeceği, bunun temel bir vecibe olduğunu anlatmaktadır.

Ayet, eman istemeye sebep olarak “Allah’ın sözünü dinleme”yi göstermiş bulunmaktadır (Bkz. 2/Bakara, 75). Bundan müşriklerin tümünün yekpare olmadığını anlıyoruz. İçlerinde maksadı husumet olmayıp dinin hakikatleri konusunda tereddüt içinde olanlar olabilir; bunlar din hakkında daha etraflı bilgi ve fikir sahibi olmak isteyebilirler. Yukarıda belirtildiği üzere bir kimse inanmıyor ve Müslümanlarla arasında herhangi bir anlaşma yok diye öldürülmez. Böyle kimseler İslam ve Müslümanlar hakkında bilgi sahibi olmak istiyorlarsa, onlara gerekli güvence verilir, kolaylık gösterilir. Bu kimseler gerekli tebliğ, tanıtım ve bilgilendirme yapıldıktan sonra, onları kendi vicdani kanaatiyle başbaşa bırakmak lazım. Dilerlerse inanır, istemezlerse eski inançlarında devam ederler, yine güvenlik içinde geldikleri yere gitmeleri sağlanır.

Bu da Müslümanların dinin gerçeklerini başkalarına anlatma, doğru tebliğ yapma gibi asli görevlerinin olduğu hususuna işaret etmektedir. Bunun yanı sıra İslam bilginlerine göre, ticari veya turistik amaçlarla İslam yurduna gelenlerin de benzer şeklide güvenlikleri sağlanır. Aslolan din ve vicdan özgürlüğünün korunması, husumet ve düşmanlığın olmadığı karşılıklı anlayış, ortak çıkar, işbirliği ve iyi ilişkilerin tesis edilip sürmesidir.

 “Gerçek şu ki, imân edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihat edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte birbirlerinin velisi olanlar bunlardır. İmân edip hicret etmeyenler, onlar hicret edinceye kadar, sizin onlara hiçbir şeyle velayetiniz yoktur. Ama din konusunda sizden yardım isterlerse, yardım üzerinizde bir yükümlülüktür. Ancak, sizlerle aralarında anlaşma bulunan bir topluluğun aleyhinde değil. Allah, yaptıklarınızı görendir.(8/Enfal, 72)

Enfal sûresinin 72. ayetinde mü’minlerin üç ayrı tipolojisi çizilmektedir:

a) İman edenler, hicret edenler ve malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler yani Mekkeli Muhacirler; b) Hicret etmek zorunda kalanları barındıranlar yani Medineli Ensar; c) Şu veya bu sebepten dolayı inandığı halde bulunduğu yerde kalıp hicret etmeyenler yani Mekke’deki Müslüman azınlık.

Belirgin olarak ve övgüye değer olanlar ilk iki grupta yer alanlardır. Mekkeli Muhacirler ile Medineli Ensar tarih boyunca ve kıyamete kadar sürecek zamanlar için Kur’an-ı Kerim’in gösterdiği örnek tipolojilerdir. Bu iki insan grubu birbirinin velisi, dostu, yardımcısı, kardeşi ve yoldaşıdırlar (9/Tevbe, 100; 59/Haşir, 8-9). Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) bu çerçevede aralarında kardeşlik sözleşmesi (Muahat) akdetmiş, onları –mahrem dünyanın paylaşılması hariç- her konuda birbirine ortak etmiş, mirasta bile pay sahibi kılmıştır.

Diğer yandan mü’minlerin Mekkeli-Medineli olsun, birbirlerine olan siyasi bağlılıklarının iman ve İslam üzere şekillendiğini belirtmektedir. Müslüman ancak başka Müslümanın velayetini, siyasi ve idari hâkimiyetini kabul eder. Muhacirler ve Ensar, Medine’de siyasi birlik kurdular, böylelikle birbirlerine veli oldular, hicret etmeyip İslam siyasi birliğine katılmayanlar söz konusu velayetten pay sahibi değildirler.

Son dini tebliğ olan İslam’ın doğuşu, gelişmesi ve güçlü bir iktidar olarak çıkmasının asli güzergâhı “iman, hicret ve cihat”tır. İlk Müslümanlar bu güzergâhı takip ettiler; önce iman ettiler, sonra hicret ettiler ve arkasından cihad edip zafere kavuştular. Mekke’de iman ettiği halde hicret etmeyenler –ki genellikle bunlar zayıf kimselerdi-, ilke olarak Müslümanların onlara karşı herhangi bir sorumlulukları –velayet yani siyasi yükümlülükleri- bulunmamaktadır. (Bu gruptaki insanlarla ilgili bkz. 4/Nisa, 75, 97-99; Fetih, 25.) Onlardan beklenen fırsatını ilk bulduklarında hicret etmeleridir. Aksi halde azınlık halde yaşamaları dolayısıyla bizzarure bazı mahrumiyetlere katlanmak durumunda kalacaklardır. Nihayet “azınlık (ekalliyet)”, bir toplumdaki çoğunluğa göre bazı mahrumiyetlere katlanmak durumunda olan dini, etnik veya siyasi gruba denir.

Buna rağmen din ve vicdan özgürlüğü çerçevesinde baskı altında yaşıyorlarsa, dinlerinden dolayı zulüm görüyorlarsa ve Müslümanlardan yardım talep ediyorlarsa –imkânlar ölçüsünde- onlara yardım edilir. Fakat azınlıkta olan söz konusu Müslümanların hâkimiyetleri altında yaşadıkları ülke yönetiminin Müslümanlarla bir anlaşmasının, saldırmazlık paktının olmaması şartı aranır. Eğer arada bir anlaşma varsa, azınlıktaki Müslümanlara yardım edilmez. 72. Ayet anlaşmaya aykırı olarak Müslüman kamu otoritesinin Müslümanlara yardım etmeyi yasaklamaktadır: “Ancak, sizlerle aralarında anlaşma bulunan bir topluluğun aleyhinde değil.” Bu da, Müslümanların, hangi din ve inançtan olursa olsun, kendileriyle anlaşma yaptıkları kimseler konusundaki gerçek tutumları ve anlaşmalara olan manevi derin sadakatleri konusunda bir fikir verir. Kendi dindaşları aleyhinde olsa bile, anlaşmalılarla ilişki devam ettirilir. Övgüye değer bulunan Muhacirlerle Ensar gibi, birbirlerini her bakımdan koruyup kollayan mü’min gruplardır.

3. Kitap ehli

 “113. Onların hepsi bir değildir. Kitap ehlinden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah’ın âyetlerini okuyarak secdeye kapanırlar. 114. Bunlar, Allah’a ve âhiret gününe imân eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olandandır. 115. Onlar hayırdan her ne yaparlarsa, elbette ondan yoksun bırakılmazlar. Allah muttakileri bilendir.  116. Gerçekten inkâr edenlerin ise, ne malları, ne çocukları, onlara Allah’tan yana bir şey sağlayamaz. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda temelli olarak kalacaklardır.(Al-i İmran, 113-115)

Onların hepsi bir değildir” Yahudi ve Hıristiyanlara karşı toplu bir ret ve düşmanlığın söz konusu olmayacağını açıklar, özcülüğü reddeder. Bu, İslam bakış açısından antisemitizmin hiçbir versiyonuyla caiz olmadığını göstermektedir. Antisemitizm, Sami ırkından gelenlere, ama özellikle Yahudilere karşı, dinlerinden ve ırklarından dolayı nefret ve düşmanlık beslemek, onları özlerinde var olduğu varsayılan bir tür ontolojik kötülük dolayısıyla aşağılamak, dışlamak ve ötekileştirip şeytanlaştırmaktır. Kur’an-ı Kerim, açık bir biçimde Yahudilerin dinini reddetmez, kutsal kitapları Tevrat’ı menşei itibariyle Allah’ın vahyi kabul eder, Hz. Musa ve diğer İsrailoğulları peygamberlerini över, bize de onlara inanmamızı emreder. Yahudiler beşer türümüzün üyeleri olarak Adem ve Havva’nın çocukları ve Hz. İbrahim’in torunlarıdır. Yahudiler için söz konusu olan durum, Hıristiyanlar ve kitapları İncil için de söz konusudur.

Kur’an-ı Kerim’in Yahudilere ve Hıristiyanlara yönelttiği temel eleştiri, tarih içinde şu veya sebeple kitaplarının bir bölümünü tahrif etmiş olmaları, peygamberlerine zorluklar çıkarmaları ve ellerindeki şeriata ve kitabın hükümlerine dahi yeterince riayet etmemeleridir. Tarihte Kitap ehli ve elbette “din adamları” ve onlara tâbi olanlar, kitaplarına semantik müdahalelerde bulunarak anlamı tahrif ettiler, hükümlerin illet ve maksatlarını suistimal ettiler. Modern çağda ise dini, maddi ve pratik hayatın dışına çıkarmak, başka bir ifadeyle marjinalleştirmek, özel hayata hapsetmek ve izafileştirmek sûretiyle kendilerini laikleştirdiler. Bu da tarihte yaptıklarının modern versiyonudur. Hz. Muhammet (s.a.), onları tekrar sahih kaynağa dönmeye davet etti, ona karşı da geldiler, yanlış tutumlarında ısrar ettiler. İşte Kur’an, Kitap ehlini bu Hakka karşı tutumlarından dolayı eleştirmektedir.

Temel eleştiri buyken, Kitap ehli bir bütün olarak kötü insanlar değildir. Hepsi bâtıl üzere yaşıyorlar denemez. Muhammed Abduh’un yerinde tespitiyle “dinlerinde var olduğu kadarıyla hak üzeredirler, bu dinlerinin tahrif olduğu gerçeğiyle çelişmez. Nasıl bir kısmı zayıf ve mevzu, bir kısmı sahih hadislere göre hayatını tanzim eden bir Müslümana biz yine de Sünnet üzere yaşıyor diyorsak, Kitap ehlinin elindeki kitapların bir bölümünün tahrif olması da öyledir.” İyilik, güzellik ve doğruluk hakikatin yansıyan tezahürleri olarak her insanın ruhunda mündemiç olarak bulunmaktadır. Kim olursa olsun, insanda hakikat sevgisi vardır ve bazen bu sevginin ışığını takip ederek iyilik, doğruluk ve güzellikler yapar. Trajik sorun, insan ruhunun hakikat sevgisinden ve ışığından bütünüyle mahrum olması değil, hakikatin ortaya çıkmasını engelleyen karanlık perdelerle üstünü örtmesi, bunun katmerleştiği oranda gören gözleri perdelemesi, işiten kulakları tıkaması ve akleden kalbi mühürlemesidir. Kapkaranlık bir perde olan küfrün insanın bu asli melekeleri üzerinde böylesine yıkıcı etkisi vardır. İnsanı hayat verici kaynaktan, aydınlatıcı ışıktan uzaklaştıran şey, vahiye olan uzaklıktır. Tarihte Allah peygamberler göndererek, dönem dönem bu kaynağı fışkırtmış, insanın ruhunu ve hayatını aydınlatmıştır.

Bu ışığın bir kısmıyla hayatı algılayan Kitap ehli insanlar –samimi din adamları ve dini bütün Yahudi ve Hıristiyanlar- vardır ki, Kur’an bakış açısından bunları diğerlerinden ayırmak gerekir. Bu küçük topluluk “Ümmetün kaime“dir ve “salihler” olarak isimlendirilmektedir. Bunlar Allah’ın dinini ve hükümlerini hayatında ayakta tutmaya çalışan seçkin bir topluluktur. Bu topluluğu “kaim ümmet” kılan beş temel vasıf vardı ki, bunlar da:

a) Allah’ın ayetlerini okumaları: Bunlar ellerindeki Tevrat ve İncil’i sürekli okuyor, hükümleri üzerinde tefekkür ediyor ve imkanları ölçüsünde kitaba göre yaşamaya çalışıyorlar.

b) Secde etmeleri. Bu, (özellikle) gecenin belli saatlerinde huşu içinde Allah’a dua etmeleri, O’nun yardımını ve bağışlamasını dilemeleridir.

c) Bunlar Allah’a ve ahiret gününe inanırlar ve birgün yapıp ettiklerinden dolayı hesap vereceklerini unutmazlar.

d) Bu surenin (Âl-i İmran) 104 ve 110. ayetlerde genel çerçevesini çizdiğimiz ma’rufu emrederler, münkerden sakındırırlar.

f) Hayırlarda yarışırlar.

Bu beş vasfa sahip Kitap ehlinden gruba 110. ayette de atıf yapılmıştı. Bunlar için “Sevaün” denmesi, ahlaki açıdan tutarlı ve bir bütün içinde yaşamaları anlamına gelir. Çünkü “sevaün” kelimesi tesniyesi ve çoğulu olmayan bir kelimedir. Anlamı, yukarıda sayılan beş temel özelliğin bir insanda aynı anda toplanmış olmalıdır ki, bu sayede Kitap ehlinde kaim ümmetin bir üyesi sayılsın. Allah’ın ayetlerini okumayan, Allah’a dua etmeyen, Allah’ın birliğine ve ahiret gününe inanmayan, ma’rufu emretmeyen- kötülükten sakındırmayan ve hayırlarda yarışmayanlar bu kategoriye girmezler.

Müfessirler genel olarak bu topluluğun, Kitap ehlinden İslam’a girenler olduğunu düşünmüşlerdir. Razi‘nin aktardığı bilgilere bakılırsa, cumhur-u ulema, bunların “Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya inanan kimseler” olduklarına kail olmuşlardır. Rivayete göre, Yahudi olan Abdullah ibn-i Selam ve arkadaşları Müslüman olunca, Yahudi ileri gelenleri onları şiddetle eleştirmiş, İslam’a girmekle “hüsrana uğradıklarını” söylemişlerdir; bunun üzerine bu ayet inmiştir. Ata’ya göre ise ayet Hz. İsa’nın dininde olup Hz. Muhammed (s.a.)’i doğrulayan 40 Necranlı, 32 Habeşli ve 3 Bizanslı/Rum Hıristiyan hakkında inmiştir. İbn-i Mes’ud’dan gelen dikkat çekici bir rivayet vardır: Bir gün Hz. Peygamber yatsı namazını geciktirdi. Cemaat beklerken, evinden mescide gelerek “-Dikkat edin, Din mensuplarından sizden başka hiç kimse, şu anda Allah’ı zikrediyor değildir” dedi ve sonra bu ayeti okudu (Buhari, Mevakit, 22). Muhtemelen orada bulunanlar içinde Kitap ehlinden bir grup vardı.

Ancak söz konusu topluluğun (kaim ümmet), Kitap ehlinden yukarıda sayılan beş vasfa sahip olan kimseler olması da kuvvetle muhtemeldir. Bazı kıraat imamları 115. ayetteki “Hayırdan her ne yaparlarsa“daki “yef’alun”u muhatap sigasıyla olmak üzere “ta” harfiyle, yani “taf’alun” olarak okumuşlardır. Buna göre bu, “Kitap ehlinden mü’minlerin fiillerinden söz ettim” anlamında mü’minlerin hepsini muhatap alan yeni bir hitap olur. Sonra yüce Allah “Yukarıda bahsedilen Kitap ehlinden mü’minleri de sizin cemaatinize (Müslümanlara) dahil ederek ‘Ey Mü’minler topluluğu, ne hayır işlerseniz ondan mahrum bırakılmayacaksınız” buyurmuştur. Böylece ayetin hükmü bütün mükellefleri içine almış olmakta, böylece ayet şu veya bu sınıf insana değil, bu beş vasfa sahip bütün insanlara hitap biçiminde anlaşılmış olmaktadır. Ebu Amr, ayeti her iki kıraatle okumuştur.

“Onlar hayırdan her ne yaparlarsa, elbette ondan yoksun bırakılmazlar. Allah muttakileri bilendir.“Hayırdan her ne yaparlarsa ondan yoksun bırakılmayacaklar”da kullanılan “küfür” sözcüğü önemlidir. Bununla sanki içinden çıktıkları veya içlerinde yaşamaya devam ettikleri büyük topluluğun bariz vasfına bir ima vardır ki, bu, “Allah’ın ayetlerini inkar etmeleri” dolayısıyla küfre sapmış olanlardır. Ancak kendileri sayılan temel beş vasfa sahip kimseler olarak onlardan ayrılmışlardır, kaim ümmet vasfını kazanmışlar ve salihlerden sayılmışlardır. Dolayısıyla yapıp ettikleri “inkâr” edilmeyecek, ödülleri onlara eksiksiz ödenecektir. Eğer ayette sözü edilen topluluk Müslümanlar olsaydı, yaptıklarının karşılığını anlatmak üzere “küfr/inkâr” değil, “şükür” sözcüğü kullanılacaktı. Müslümanların hayırlı amellerinin karşılığı için kullanılan kalıp “Sa’yen meşkuran“dir. (Bkz. 2/Bakara, 158; 17/İsra, 19.) Küfür, örtü demek olmakla beraber, yoksun bırakmak, mahrum etmek anlamlarında da kullanılır, burada bu her iki anlamı arasında ince bir ilişki kurulmuş bulunmaktadır.

Bir nokta daha var: İnsan her ne yaparsa yapsın, yaptıklarının şahsı, hayatı ve geleceği üzerinde etkisi vardır. Bu yüzden Allah “iyiliğe karşı iyilik, kötülüğe karşı kötülük”le cevap verir. Öyle ki, iyilik veya kötülük “zerre miktarı” dahi olsa, bu böyledir (991 Zilzal, 7-8). “Allah muttakileri” bilir. Kimseyi unutmaz, haksızlık yapmaz, herkese kendi amellerine göre karşılık verir. Bu Yahudi ve Hıristiyanlar için de böyledir. Allah’ın Kitap ehlinden “kaim ümmet ve salihler” sınıfında ele aldığı bu topluluğa nasıl güzel bir karşılık vereceğini bilmiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa, güzel fiillerin karşılıksız bırakılmayacağı hususunun apaçık ortaya çıkmasıdır. Kur’an-ı Kerim, Kitap ehlinin içinde “aşırı olmayan, orta yol tutan (Ümmetün muktesidatun)” topluluk olduğunu belirtir (5/Maide, 66). İbn-i Tahir Aşur, amellerinin karşılıksız kalmayacağı belirtilen bu topluluğun, “Allah’ın dini üzere dosdoğru yürüyen kimselerin kastedildiğini” söylemektedir ki, bizim de bu ayet çerçevesinde anlattıklarımızdan çıkardığımız sonuca göre bunların Kitap ehlinden kimseler olması gerekir.

İşte olumlu sıfatları belirtilen Kitap ehlinden bu topluluklarla insanlığın genel sorunlarının çözümü amacıyla diyalog kurulur; yaygın savaşlar, etnik çatışmalar, cinsel sapkınlıklar, uyuşturucu, alkolizm, açlık, yoksulluk, baskı rejimleri, mülteciler sorunu, ekolojik dengenin sarsılması vb. hayati küresel konularda işbirliği yapılabilir.

116. ayetle ilgili olarak Mukatil, “Şanı yüce Allah, Kitap ehlinin mü’minlerini anlattıktan sonra onların inkarcılarından söz etmektedir” der ki, bu yukarıda anlattıklarımızı teyit etmektedir. Buna göre söz konusu beş vasfa sahip olmayan, dolayısıyla “ümmeti kaimeden ve salihler”den sayılmayan diğer Kitap ehli insanlar, eğer mallarına ve sayısal çokluklarına güveniyorlarsa, yanılgı içindedirler (3/10). Dinde seçkin olma veya yüksek konum elde etme şartı, dinin hakikatlerine ve yüksek ahlaki normlara sadakat şartına bağlanmış; “Tanrı’nın çocukları, seçkin halk” veya servet ve sayısal üstünlük üzerinden kendilerini ayıranların ve ayrıcalık peşinde koşanların iddiaları temelden reddedilmiştir. Çünkü Allah katında bu iddiaların hiçbir değeri ve geçerliliği yoktur. Bu iddia sahipleri ateşin halkıdırlar ve içinde ebedi olarak kalacaklardır.

4. Düşmanlık sadece zalimleredir

190. Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, (ancak) aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez. 191. Onları, bulduğunuz yerde öldürün ve sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, öldürmekten beterdir. Onlar, size karşı savaşıncaya kadar siz, Mescid-i Haram yanında onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa siz de onlarla savaşın. Kâfirlerin cezası işte böyledir. 192. Onlar, (savaşa) son verirlerse (siz de son verin); şüphesiz Allah, bağışlayandır esirgeyendir. 193. (Yeryüzünde) Fitne kalmayıncaya ve din Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur.” (Bakara, 190-193)

İbn Esir ve Taberi gibi müfessirler, Tabiin bilginlerine dayanarak “sizinle savaşanlar“dan maksadın “sizinle savaşabilecek durumda olanlar”ın kastedildiğini, dolayısıyla çocukların, kadınların, yaşlıların ve din adamlarının savaş kapsamı dışında olduğunu söylemektedirler. İbn-i Abbas, çok daha ilginç bir görüş beyan ederek “Müslümanlara barış önerenler veya savaşmaktan vazgeçenler”in de savaş dışında tutulması gerektiğini söyler. Bazı fakihler, savaşı başlatan taraf olmayı “haddi aşmak” olarak görmüşlerdir. Esasında Nisa, 90; Tevbe, 4 ve Mumtehine, 8. ayetler bu hususu teyit etmektedirler. Şu var ki, her ne kadar genel teamül açısından çocuklar, kadınlar, yaşlılar ve din adamları savaşmıyorsa ve bundan dolayı savaş dışında tutuluyorsa da, eğer savaşta fiilen yer alıyorlarsa ve bulundukları pozisyon itibariyle savaş misyonları varsa, o zaman “sizinle savaşabilecek durumda olanlar” arasında yer aldıklarından onlarla da savaşılır. Mesela kadınların ordu içinde asker olarak görev almaları gibi. Buna ileride daha geniş olarak değineceğiz.

Mizan’ın sahibi Tabatabai’ye göre ise bu ayet, Hac, 39-40 ayetleri gibi bir vasfı değil, bir durumu, fiili bir hali ifade etmektedir. İbn-i Abbas, Ömer bin Abdülaziz ve Mücahid, bu ayetin muhkem olduğunu söylemişlerdir. Ayetin ilk işaret ettiği husus, Müslümanların durup dururken savaş çıkarmayacakları konusuna işaret etmektedir. Savaşın en önemli ve meşru sebeplerinden biri saldırıya uğrama ve saldırıyı püskürtme zaruretinin ortaya çıkmış olmasıdır.

Sabuni, ilginç bir noktaya dikkat çeker: Kur’an-ı Kerim’de kıtal veya cihat lafızları daima “fi sebilillah” kelimesiyle beraber gelir. Bu da savaştan maksadın yüce ve şerefli bir maksat olduğunu gösterir ki, bu da “Allah’ın ismini yüceltmek”tir; yoksa toprak işgali, ganimet, salt dünyevi-politik hakimiyet, siyasi nüfuz, yandaş rejimler kurmak, sömürü, yağma, emperyalist yayılma, tabii kaynakların, stratejik bölgelerin ele geçirilmesi değildir.

Beşeri hayatın ve genel geçer dünya halinin bu ideal-politik çerçevede değil de, kimin fırsatını ele geçirmesi durumunda başkasının aleyhinde avantaj elde etmesi demek olan reel-politik çerçevede cereyan ediyor olması, bu ahlaki ilkenin unutulmasını, rafa kaldırılmasını gerekli kılmaz. İlke ideal-politiktir, güvenlik ve zaruretler reel-politiktir. Müslümanların tutum ve davranışlarında ideal-politik belirleyici, reel-politik etkileyici faktörler olarak rol oynar. İslami hükümlere uygun olan bir tutum, ideal politikten esasa ilişkin ödünler vermeden reel politiğin gereklerini yerine getirmeye çalışmaktır.

Ebu Musa, Hz. Peygamber’e “Allah yolunda savaşanın kim olduğu”nu sorar. Şu cevabı alır: “O, Allah’ın kelimesinin en yüce ve yüksek olması (İ’lay-ı Kelimetullah) için savaşan, gösteriş ve kahramanlık için savaşmayan kimsedir” (Buhari, Cihad, 15). Kavim asabiyeti, salt bencil ulusal/milli çıkar veya şöhret uğruna yapılan savaşlar “haddi aşma” kapsamına girmektedir. İslam tarihinde salt “İlay-ı Kelimetullah” dışında sebeplerle (ganimet, iktidar vb. amaçlarla) savaşılmış olması, başkalarının topraklarının alınması İslam’ın vaz’ettiği bu yüce ahlaki ilkeye halel getirmez.

Aşırı gitmek-haddi aşmak” savaşın belirlenmiş hukukunun ihlal edilmesidir. Ayette geçen “ta’tedu” “i’tida”dan türeme olup sınırın dışına çıkmayı ifade eder. Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Allah yolunda savaşın, Allah’ı inkâr edenlerle çarpışın. Savaşın, ama yağmacılık yapmayın, verdiğiniz sözü tutun ve işkence etmeyin. Çocukları ve kilise mensuplarını öldürmeyin” (Müslim, Cihad, 2; Tirmizi, Diyat, 14). Peygamber Efendimiz (s.a.), kesin bir dille savaşta kadınlar, çocuklar, yaşlılar, özürlüler, rahipler (din adamları) ve çiftçilerin öldürülmeyeceğini belirtmiştir (İmam Malik, Muvatta, Cihad, 9-10; İbn-i Mace, Cihad, 30; Ebu Davud, Cihad, 111-112; Darimi, Siyer, 25). Bu altı insan grubu bugünkü tabirle “siviller”i ifade etmektedir ve kesin olarak savaşta müdahil bir rol üstlenmedikleri sürece öldürülemezler, hedef olarak seçilemezler. (Bkz. 9/Tevbe, 5. Ayetin açıklaması.)

Hadis kaynaklarında yer alan bir kayda göre, Efendimiz’in katıldığı bir savaşta bir kadın ölü bulundu. Bunun üzerine Hz. Peygamber, kadınlarla çocukların öldürülmesini yasakladı. (Buhari, Cihad, 147; Müslim, Cihad, 24.) Hz. Peygamber meşru ve adil bir savaşta takip edilecek hukuki ilkeleri belirlemiş, bunlara uyulmasını emretmiştir: “Besmele ile yola çıkınız, Allah’ı inkar edenlerle Allah yolunda savaşınız; savaş sırasında haddi aşmayınız, yapılan anlaşmaları bozmayınız, düşmanın muhtelif organlarını keserek işkence yapmayınız, çocukları ve manastırlarda ibadet edenleri öldürmeyiniz.”  (Müslim, Cihad, 3; Müsned, I, 300.)

“-Allah’ın adıyla gazaya çıkınız, Allah’ı inkâr edenlerle savaşınız, gaza ediniz, ihanet etmeyiniz, ganimet malını çalmayınız, ahdi bozmayınız, kulak burun kesmeyiniz, çocukları öldürmeyiniz. Müşrik olan düşmanınla karşılaştığın zaman onları üç şeyden birine davet et, hangisini kabul ederlerse sen de kabul et, onlardan elini çek: Onları İslam’a davet et. Kabul ederlerse sen de onların Müslümanlığını kabul et ve onlardan elini çek. Ve onları, yurtlarını bırakıp göçmenlerin yurduna gitmeye davet et, bunu yaptıkları takdirde göçmenlere uygulanan hükümleri kendilerine de uygulanacağını söyle. Bunu kabul etmezlerse Müslüman bedeviler gibi olacaklarını, Allah’ın mü’minlere uygulanan hükümlerini kendilerine uygulanacağını, ancak Müslümanlarla birlikte savaşa katılmadıkça ganimet alamayacaklarını söyle. Bunu kabul etmezlerse cizye vermeyi teklif et. Kabul ederlerse onlardan cizye al, başka bir şey yapma: Bunu da kabul etmezlerse Allah’tan yardım dile ve onlarla savaş. Bir kale halkını kuşattığın zaman onlar, kendilerine Allah ve Resulü’nün zimmetinin (eman, güvenlik) tanımanı isterlerse onlara bunu tanıma, fakat sen kendin ve adamların adına onlara can güvenliğini tanı. Çünkü senin ve adamlarının verdiği garantiden caymak Allah ve Resulü’nün garantisinden caymandan daha hafif olur. Onlar senden Allah’ın hükmünü kendilerine uygulamanı isterlerse bunu kabul etme, fakat kendi hükmünü uygula. Çünkü sen, Allah’ın onlar hakkındaki hükmünü doğru bir biçimde uygulayıp uygulamayacağını bilemezsin ” (İbn-i Mace, Cihad, 38; Tirmizi, Diyat, 14, Siyer, 47; Muvatta, Cihad, 11; Müsned, ll, 524).

Diğer bir hadis şöyle : “Allah adıyla ve Allah rızası için savaşın. Allah’ı inkâr edenlerle çarpışın, gaza edin fakat ganimete ihanet etmeyin, haksızlıkta bulunmayın, ölülerin vücutlarına sataşıp burun ve kulaklarını kesmeyin, çocukları öldürmeyin. Müşrik düşmanlarla karşılaşınca onları önce üç şeyden birine çağırın. Bunlardan birine cevap verirlerse onlardan kabul et ve onlara dokunma. Önce İslam’a davet et. İcabet ederlerse hemen kabul et ve onlardan elini çek.” (Müslim, Cihad, 3; Tirmizi, Siyer, 48; Ebu Davud, Cihad, 90.) Bu vb. hadisler, ilgili ayetlerle birlikte savaşta takip edilecek hükümleri, hukuki kuralları içermektedir.

Savaş, iki topluluk arasında baş gösteren anlaşmazlığın düşmanlığa dönüşmesi durumunda ortaya çıkar. Bir kere savaş ortamı doğdu mu, taraflar birbirlerine aşırı biçimde zarar vermeye çalışırlar. Ancak İslam dini, yine de bu aşırılığa hoş gözle bakmaz ve son derece yüksek bir ahlaki ilkeye uyulmasını tavsiye eder: “Bir topluluğa olan kininiz sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin” (5/Maide, 2). Libya’nın efsanevi kahramanı Ömer Muhtar, askerleri düşman genç bir teğmeni öldürmeye kalkıştıklarında onlara mani olur. Askerleri “Fakat onlar da bizim çocuklarımızı, kadınlarımızı, yaşlılarımızı öldürüyorlar ” diye itiraz edince şu cevabı verir: “Onlar bizim öğretmenlerimiz değildir.” Ömer Muhtar’ın öğretmeni Efendimiz (s.a.)’di. Benzer bir uyarıyı Aliye İzzetbegoviç de askerlerine yapmıştır. (Bkz. 4/Nisa, 91; 9/Tevbe, 36 ve 22/Hac, 39.)

Razi’ye göre “Müslümanlarla aralarında anlaşma bulunan kimseler”le de savaş yasaklanmıştır. Müslümanlar akitlerine, ahitlerine sadıktırlar; durup dururken tek taraflı olarak verdikleri sözü çiğnemezler. Bir anlaşma (akid veya muahede) ya süresini tamamlar veya karşı topluluk tarafından tek yanlı olarak çiğnendiğinde geçerliliğini kaybeder. Bu durumda Müslümanların diledikleri gibi tutum alma hakları doğar. “Anlaşmalılarla savaş, onlara tuzak kurarak, haber vermeden ansızın saldırmak”tır ki, bu da “haddi aşma” olarak düşünülebilir. Bütün bunlar gösteriyor ki, düşmana veya saldırgana misliyle mukabelede bulunmak bir hak olsa da, bu hak mutlak değil, mukayyettir.

Dikkat çekici bir husus da şu ki, “Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez” demektedir. Bir yandan saldırıya izin verilmiş, öte yandan saldırgan yerilmiştir. Çünkü saldırı, bir saldırıya karşılık olmadığı sürece kötülüktür. İzin verilmesinin sebebi, zillete düşmemek, tahakküm altına girmemek, kendini sömürtmemek, başka bir inanç ve yaşama biçimine zorlanmamak; zorba, kibirli, baskıcı, tamahkar ve mütegallibe güçlere hadlerini bildirmektir.

Onları, bulduğunuz yerde öldürün ve sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, öldürmekten beterdir. Onlar, size karşı savaşıncaya kadar siz, Mescid-i Haram yanında onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa siz de onlarla savaşın. Kâfirlerin cezası işte böyledir. Onlar, (savaşa) son verirlerse (siz de son verin); şüphesiz Allah, bağışlayandır esirgeyendir.”

Savaş halinin başlaması, bütün diplomatik ilişkilerin kesilmesiyle; başka bir ifadeyle müzakere, konuşma, sıcak çatışmanın önüne geçme gibi bilumum ihtimallerin ortadan kalkmasıyla ortaya çıkar. Böyle bir durumda artık savaşmaktan başka çare kalmamıştır ve elbette düşman askerleri bulundukları yerde öldürülecektir. Siz öldürmeseniz onlar sizi öldürecektir. Bu artık genel taarruz halidir; söz konusu durum savaşı bitiren bir kararın alınması veya bir anlaşmanın imzalanmasına kadar sürer. Savaş hali başka, normal zamanlardaki ilişkiler çerçevesi başkadır.

Bu ayetten, Müslüman olmayanların her ne durumda olursa olsunlar veya sırf Müslüman olmadıkları için öldürülecekleri anlamı çıkarılmaz. Barış asıl, savaş arızidir. Hiç kimse inancından, farklı yaşama biçiminden dolayı öldürülemez. Bu da başkalarını inancından vazgeçirip İslamiyet’i güç kullanmak yoluyla kabul ettirmeyi hedefleyen savaşın meşru olmadığını gösterir. Nitekim “Onlar, (savaşa) son verirlerse (siz de son verin)”denilmiştir ki, bunun anlamı sürgit savaş söz konusu değildir. “Son vermek” fiili savaş, düşmanlık ve saldırganlığın sona erdirilmesidir. Bundan sonra savaşı sürdürmenin veya her inanmayan veya düşman olan hakkında ölüm fermanı çıkarmanın anlamı yoktur. Derveze’nin de işaret ettiği üzere, Peygamber Efendimiz (s.a.)’in barış öneren, tarafsız davranan veya savaş meydanlarından çekilen müşriklerle savaştığı veya savaşı emrettiği; barış önerenleri geri çevirdiği ya da savaş sırasında olsa bile eman dileyenin emanını kabul etmediği vaki değildir. Peygamber (s.a.)’in savaşlarından anlaşılan şu ki, savaşın bilinen meşru sebepleri, bir saldırıya karşılık vermek; bir saldırının öcünü almak; bir eziyeti, zararı bertaraf etmek; haince bir tutumu cezalandırmak; azgınlaşan grupları yola getirmek; dökülen Müslüman kanı için misillemede bulunmak; İslam’a çağrı özgürlüğünü güvence altına almak; dine giren insanların can, mal ve namus güvenliklerini sağlamak; anlaşmaları bozanları cezalandırmak; düşmanlara destek verenlere, Müslümanların aleyhinde komplo kuranlara hadlerini bildirmektir. (Bkz. 4/Nisa, 89-90; 9/Tevbe,5; 59/Haşr, 1-7; 47/Muhammed, 4/6.)

Modern Arapların “kültür” kelimesine karşılık olarak buldukları “sekafe” ayette ince, detaylı, hünerli bir araştırma yapmak, iz veya tarla sürmek, bulup çıkarmak demektir. Bu da, “düşman” kategorisindedir diye her önüne gelen gayrimüslimin öldürülmeyeceğini ima etmektedir. Genel bir savaş hali ortaya çıktığında savaşan askerlerin; savaşta etkin rol oynayanların ve Müslümanlara karşı uzlaşmaz bir kin ve husumet içinde olan aktif kişilerin bulunup çıkarılması ve onların öldürülmeleri belki de çok daha fazla insanın öldürülmesinin önüne geçer. “Sekafe” aynı zamanda suçsuz ve masum insanların da özenle tespit edilmesini, bulup araştırılmasını ve savaşın zararlarından uzak tutulmasını gerektirir.

Geçmişte bazı ordular önüne çıkan herkesi barbarca öldürüyor, her yeri yakıp yıkıyorlardı. Tarihçiler, Moğolların Bağdat’a girerken taş üstüne taş bırakmadıklarını yazmaktadır. İbn-i Esir, “Bugün yerin altı üstünden daha hayırlıdır” demişti. Gelişmiş silah teknolojisini kullanan modern ordular da şehirleri, yerleşim birimlerini yerle bir etmekte, hiçbir şekilde sivillerin korunmadığı bu savaşlarda on binlerce, milyonlarca masum insan hayatını kaybetmektedir. Hatta insansız hava uçaklarıyla (İHA) oturdukları merkezden bir tür insan avı safariler düzenlemektedirler. Geleneksel toplumlarda savaşlar savaşan ordular arasında ve şehirler, yerleşim birimleri dışında olurdu. Modern savaşlarda doğrudan milyonlarca masum sivilin yaşadığı şehirleri hedef almaktadır. Ayet, yaş ile kurunun bir arada yanmamasını emretmektedir. Amaç mümkün oranda çok sayıda insan öldürmek değil, tam aksine mümkün oranda az sayıda insan zayiatıyla maksadın hasıl olmasını sağlamaktır.

Savaşın ilk meşruiyeti yapılanlara misliyle mukabelede bulunmaktır. Nasıl Müslümanlar kendi yurtlarından çıkmaya, sürülmeye zorlanıyorlarsa, güçleri yettiği takdirde onlar da düşmanları yurtlarından çıkarmaya, sürmeye çalışabilirler.

Mekke ve Medine bütün Müslümanların yurdudur. Ve her ikisi haram bölgedir. İslam güçlendikten sonra, bu bölgeye mahsus olmak üzere müşrikler ve başka dinden olanlar buradan çıkarıldı. Peygamber Efendimiz (s.a.) bunu yaparken şöyle buyurdu: “Arap Yarımadasında iki din bir arada bulunamaz” (Muvatta, Cami (Medine), 19). Hemen hatırlatmak gerekir ki, bu sadece söz konusu iki kutsal şehirle ilgili özel bir hükümdür. İslam hâkimiyetinin altında olan başka hiçbir yerde hiç kimse inancını değiştirmeye veya inancından dolayı yurdunu, yaşadığı yeri terke zorlanamaz. Tarihte de gözlendiği üzere bu iki kutsal şehir dışında Müslümanlar ile Müslüman olmayan sayısız din ve inanç mensubu topluluklar bir arada yaşamış, Müslümanlar ne resmi ne sivil düzeyde başkalarının inançlarına müdahalede bulunmamış veya onları kendi yurtlarından sürmeye kalkışmamışlardır. İslam bakış açısından etnik ve dini arındırma suçtur.

Ayet, salt Mekke ve Medine ile ilgili özel bir düzenleme olarak düşünülmese dahi, sonuç itibariyle Müslümanlara karşı savaş açılması veya yurtlarından sürülmesinin önemli sebeplerinden biri, Müslümanların inançlarına göre yaşama ve dinlerinin doğrularını tebliğ etme özgürlüklerinin ellerinden alınmasıdır. İşte bu “fitne”nin ta kendisidir. Bir Müslüman’ın dininden vazgeçirilmesi, üzerine baskı kurulması; dinine aykırı konuşmaya veya yaşamaya zorlanması “öldürmeden beter bir fitne“dir. (Bkz. Bakara, 217; 8/Enfal, 39).

“(Yeryüzünde) Fitne kalmayıncaya ve din Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur.”

Savaşın ikinci meşru sebebi “fitnenin ortadan kalkması”dır. Mekkeli müşrikler Müslümanları hem yurtlarından sürmek istediler hem dinlerinden vazgeçirmeye çalıştılar. Bu açıdan yaptıkları şey bir “fitne” idi ki, bu öldürmeden beterdi. Onların fitnesinin bir diğer şekli, birtakım putları Allah’a ortak koşmak ve herkesi bunlara tapınmaya zorlamaktadır. (Bkz. 8/Enfal, 39-40; 9/Tevbe, 49). ayetlerde belirtildiği gibi, savaş emriyle bu fitneye karşı mücadele emredildi.

“Fitne”, altının yabancı madenlerden ayrışması için ateş potasında eritilmesine denir. Kur’an-ı Kerimde türevleri 26, kendisi 34 yerde geçen “fitne” kelimesinin bela ve sınav; iç kargaşa; dünyevi hakız çıkarlara, bedensel zevklere karşı direnç; zorluklar, sıkıntılar içinde arınıp saflaşma; şiddet ve baskı; sapkınlık gibi anlamları vardır. İleride açıklanacağı üzere fitne en büyük sınavdır. Ancak bu ayette, Müslümanlar üzerinde süren baskı, zulüm; dinlerini yaşamalarından vazgeçirilmeleri; çoluk çocuklarının güvenliklerinin tehdit altında olması; işkence veya eziyete maruz bırakılmaları; korkutulmaları; yurtlarını terke zorlanmaları veya işgale uğraması (85/Buruc, 10) gibi anlamlarda kullanılmıştır ki, bu durumda fitnenin ortadan kalkması demek, tam güvenliğin sağlanması, tebliğ ve ifade özgürlüğününü tesis edilmesi demektir. Müslümanlar ve başkaları tam özgür olmadıkları her yerde fitne içinde yaşamaktadırlar. Çünkü bir Müslüman’ın şu veya bu şartlar altında dinden döndürülmesi veya aslında dinine aykırı bir hayat yaşamaya zorlanması “öldürmeden/ölümden beter”dir. (Fitne için bkz. 51/Zariyat, 13-14. ayetlerin açıklaması)

Din’in Allah’a ait olması”, Müslümanlar açısından hiçbir korku ve tehdit olmadan dinlerini özgürce yaşamaları, kimseden çekinmeden Allah’ın hükümlerini hayata geçirmeleri; gayrımüslimler açısından da eğer bir din seçiminde bulunacaklarsa tam özgür bir ortamda Allah’ın dinini seçebilecek şartları haiz olmaları demektir. Bir bakıma din ve vicdan özgürlüğünün, din seçme hürriyetinin güvence altına alındığı bir ortamın tesis edilmesidir.

Düşmanlarının, Müslümanların din ve vicdan özgürlüklerini tanımaları, yaşama biçimlerine saygı göstermeleri, yani fitne olarak adlandırılan tutumlarından vazgeçmesi savaşın bitmesine sebep teşkil eder. “Savaş için savaş” meşru olmadığına göre, Müslümanlar güvenli bir ortama sahip olduklarında, yani artık onlar için baskı, şiddet, yoksunluk (fitne) söz konusu olmadığında savaşa son verirler. Biri gelip, yukarıdaki ayeti okuyarak Abdullah ibn-i Ömer’e niçin cihada çıkmadığını sorar. O da şu cevabı verir: “Biz Allah’ın Resulü döneminde savaştık, Müslümanlar azdı. Bir kimse dini konusunda deneniyor, ölüyor veya işkenceye maruz kalıyordu. İslam güçlendi ve sonunda fitne ortadan kalktı” (Buhari, Tefsirü’l-Bakara, 29).

 Ancak yine de bu, Müslümanların işlerinin tümüyle bittiği, rehavete düşecekleri anlamına gelmez. Bu durumda da “zalimler”e karşı tutum almaya, onları hak ve hukuk ihlallerinden vazgeçirmeye, adaleti tesis etmeye devam edeceklerdir. Zulmün farklı türleri vardır; siyasi, iktisadi, sosyal haksızlıklar, eşitsiz gelir bölüşümü, aşırı yoksunluk, kaynakların adil olmayan paylaşımı birer zulümdür. Düşmanlık zalimlere ve zulme karşı süreklidir ve adalet tam olarak tesis edilinceye kadar bu tutum devam eder.

5. Düşman suçlu günahkarlar ve zalimlerdir

Sonuç itibariyle Kur’an-ı Kerim, tarih boyunca peygamberlere “ins ve cin şeytanlarının düşman” olduğunu belirtir (6/En’am, 112). Bu düşmanların ortak vasfı mücirm yani Allah’a ve topluma karşı “suçlu günahkâr” oluşlarıdır. Müslümanların da ebedi düşmanları “zalimler”dir: (2/Bakara, 193.)

Hangi din ve inançtan olursa olsun, bir topluluk Mümtahine, 8-9’da belirtildiği üzere muahid ise, temel hakları korunur, dinlerine müdahale edilmez, ibadetlerine ve ibadethanelerine müdahale edilmez. (22/Hac, 40.)

(Vuslat Dergisi, Ekim-2022, Sayı: 256.)