Haftanın Yazısı

Fakihlerin ta’zir’i ve ölüm cezası

Geçtiğimiz ay (Eylül-2018) Suudi Arabistan’da Selman el Avde ve aralarında Ali el Umeri ile Avvad el Karni’nin de bulunduğu 37 kişi hakkında savcılık idam cezası talebinde bulundu. Bir yılı aşkındır tutuklu bulanan El Avde’nin görünen suçu Suudi Arabistan ile Katar arasındaki ilişkilerin düzelmesi yönünde temennilerde bulunan twevtler atmasıdır. Suud yargısına göre resmi görüşe aykırı olan bu beyanlar idamı gerektiren “terör suçu”dur. Muhammed el Müneccid, Abdülaziz Tarafe, Sefer Havali, Musaid Tayyar, Abdülaziz Fevzan ve başkaları da tutuklu bulunuyor; hemen hemen hepsinin suçu ya konuşma yapmış olmaları veya bir tweet atmış bulunmalarıdır. Bazılarının konuşmaları veya yazıları çoktan zaman aşımına uğramış olsa da bugün önlerine birer suç delili olarak konuluyor. Haber kaynakları uzun zamandır Suudi Arabistan’ın İslami muhalefeti rejime yönelik bir “iç tehdit” olarak gördüğünü bildiriyor.

 

İran’da 2009 yılından bu yana tutuklu bulunan Zanyar Muradi ve Luqman Muradi adlı kuzenler idam cezasıyla yargılanıyordu. Karar kesinleşmiş bulunuyor. Bu satırlar yazıldığında belki de Zanyar ve Lukman Muradi idam edilmişlerdir. Yine İran’da 2011’den beri İslam devriminin önde gelen isimlerinder Mehdi Kerrbu, Mir Hüseyin Musevi ve Zehra Rahneverd ev hapsinde tutulmaktadırlar. Bu zatlar 2009’da yapılan seçim sonuçlarına itiraz etmişlerdi. Abdülkerim Süruş gibi önemli bir düşünce adamı ülkesinden kaçmak zorunda kalmış.

 

Mısır’da da yine geçtiğimiz eylül ayında Sisi rejimi eline silah almamış Muhammed Biltaci ile 75 kişi hakkında idam cezası verildi. Aralarında Hürriyet ve Adalet Partisi Genel Başkan Yardımcısı İslam el Uryan, MK Teşkilatı Şura Meclisi Üyesi Abdurrahman el Ber, El Cemaatü’l İslamiyye yöneticilerinden Asım Abdülmecid, Tarık ez Zumer, Essam el Erian ve Safvet Hicazi’nin bulunduğu kişilerin tamamı Müslüman Kardeşler’e mensup. Mısır yargısı söz konusu kararda müftünün görüşünü alıyor; tabii ki müftü kararı “Şeriat’e uygun” buluyor.

 

Öte yandan 300’ü tutuklu 439’u firari 739 kişinin yargılandığı davada diğer sanıklar hakkında da hükümler verildi. İhvan Rehberlik Konseyi Başkanı Muhammed Bedii, Eski Tedarik Bakanı Basim Avde ve Vasat Partisi Başkan Yardımcısı İsam Sultan’ın da aralarında bulunduğu 47 sanık hakkında müebbet hapis (25 yıl) cezası verildi. 374 sanık hakkında 15’er yıl ağırlaştırılmış hapis cezası verilirken, Muhammed Mursi’nin oğlu avukat Usame de 10 yıl ağırlaştırılmış hapis cezasına çarptırıldı. Duruşmada, 22 sanığa onar yıl, aralarında fotoğrafçı Mahmud Abduşşekur’un bulunduğu 215 sanığa 5’er yıl ağırlaştırılmış hapis cezası verildi. Sanıklardan 5’i ise vefat nedeniyle beraat etmişti.

 

Üç önemli İslam ülkesinden (Suudi Arabistan, İran ve Mısır) verdiğimiz örneklerde mahkemelerin ne kadar kolay idam cezası veya ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verdiklerini görüyoruz. Hiç kuşkusuz bu kararların arkasında -Mısır örneğinde gördüğümüz üzere- yönetimlerin reflekslerine göre “fetva” veren “din adamları”nın onayı var. Diğer İslam ülkelerinde de durum bundan farklı değil. Hatta daha yakından bakıldığında sadece İslam ülkelerinde bu kadar rahat idam veya müebbet hapis cezası verildiğini tespit edebiliyoruz.

 

Geleneksel kültür içinden olaya bakan Müslüman kamuoyu, söz konusu ağır cezaları “Devlete karşı suç” veya “Ulu’l emre itaat” çerçevesinde algılamakta, bu insanların sahiden İslam Şeriatı’na göre suçlu olup olmadıklarını, ortada suç varsa da cezanın idam veya ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası olup olmadığını sormuyor. Batı dünyası ve dünyanın geri kalan kamuoyu ise “İslam ülkelerinde bu tür cezaların verilmesi normaldir, zira İslam dini ve Müslümanların tarihsel kültürü bu tür cezaları kolayca tolere edebilmektedir” diye düşünür, üzerinde fazlaca da kafa yormaz.

 

Her iki değerlendirme temelsiz değildir. Müslüman kamuoyu, “Ulu’l emr’e itaat”i tarih içinde “devlete boyun eğme” olarak tercüme etmiş, Batı dünyası da İslam dinini Müslümanların tarihsel tecrübesi ve bugünkü taşıyıcıları üzerinden okuduğu için yönetimlerin uyguladığı baskıları ve ağır cezalandırmaları İslam’ın tabiatından şaşırtıcı olmayan uygulamalar saymıştır.

 

Yanlış olan şu ki, baskı yönetimleri uygulamalarını İslam’ın asli kaynağından almaz; doğru olan şu ki, baskılar geleneksel fıkıhtan kaynaklanır. İslam’ın asli iki kaynağı Kur’an ve sahih sünnettir; fıkıh ise kaynağını uydurma hadislerden ve fakihlerin içtihat ve fetvalarından alır. Söz konusu içtihatlar ve fetvalar en açık biçimde fıkıh kitaplarında “ta’zir” genel başlığı altında sıralanan suçlar ve bu suçlara tayin ve takdir edilen cezalarda kendini göstermektedir.

 

Ta’zir, Kur’an ve Sünnet’te kısas ve had cezası olarak zikredilmemiş suç fiilleri için imamın, eski tabiriyle halife veya sultanın, modern tercümesiyle devletin serbestçe belirleyip uyguladığı cezaları ifade eder. Kısas ve had cezaları dışında hangi fiillerin suç ve ceza kapsamına gireceğini tek bir kişi (imam, sultan, halife, padişah, şah) tayin ettiğinden monarşilerin ve dikta rejimlerinin hükümferma olduğu modern zamanlarda bu yetki krallara veya devlet başkanlarına ait kabul edilmiştir. Garip olan şu ki, Yüce Allah “bir sineği dahi örnek verir” ve hangi suç fiillerine ne türden cezaların verileceğini sayar; bazı suç ve günahlara dünyevi ve maddi ceza/müeyyide takdir etmezken, devlet başkanları kendi ihdas ettikleri birtakım fiillere ölüm cezası dahi takdir etmiş; hem Allah hakkı hem kul hakkı olarak vasıflandırdıkları hak ihlallerini cezalandırma yetkisini kendi uhdelerine almışlardır.

 

Hiç kuşkusuz insanın işlediği/işleyebileceği suç fiillerinin tamamı Kur’an ve Sünnet’te dercedilmiş değildir, bu suçlara ceza da takdir edilmiş değildir. Dolayısıyla hem Kur’an’da sayılmayan hem zaman içinde ortaya çıkabilecek suç fiillerine cezaların takdir edilmesi gereklidir, ama bu

 

1) Kur’an’ın en üst ceza olarak takdir ettiği “ölüm cezası” olamaz. Çünkü eğer bir fiile ölüm cezası takdir edilecekse, Kur’an bunu zikrederdi.

 

2) Kur’an’da cürüm (suç ve günah) olarak zikredilmiş bir fiile eğer Kur’an ceza tayin etmemişse devletler ve müçtehitler de ceza tayin edemez.

 

3) Zaman içinde toplumun istikrarı ve güvenliğini tehdit eden fiiller çıkar da bunlar suç kategorisi içinde ele alınacak ve bunlara ceza takdir edilecekse, bu devlet başkanının değil, tarafsız müçtehitlerin ve söz konusu müçtehitlerle eşgüdüm halinde çalışan yasama meclislerinin yetkisi dahilinde olmalıdır.

 

Böyle olmadığı durumlarda ne olur? İslam tarihinde olduğu gibi siyaseten katl sultanın toplum üzerinde kelle koparan kılıcı olur; bugün yaşandığı üzere şu veya bu seviyede muhalif görüş beyan edenlere yönetimler kolayca ölüm cezası veya müebbet hapis cezası verme fırsatını ellerine geçirmiş olur. Birer “yasağı sultani” olan “Örfi hukuk” ve bugün muhaliflerini ölüm cezaları ve ağırlaştırılmış müebbet hapis veya hapisle cezalandıran, ifade özgürlüğünü suç kategorisine sokan yönetimler görünürdeki dindarlıklarına rağmen baskı rejimleri kuruyorlarsa bu kaynağını geleneksel fıkıhtan ve özellikle fıkhın “ta’zir” adı altında verilen fetvalardan almaktadır.

 

Bağımsız olduğu düşünülen fakihler, fıkıh kitaplarında yer bulan ta’zir suçlarının ne büyük hak ihlallerine ve cinayetlere dayanak teşkil ettiği konusunu eleştiri süzgecinden geçirmedikleri müddetçe, kralların ve baskıcı yöneticilerin ağzına bakan müftüler fikir adamları ve muhalifler hakkında verilen cezaları tereddütsüz fetva ile meşrulaştırmaya devam edecek; biz de baskı ve zulümlerle geçen tarihimizi tekrar edip duracağız. (14 Ekim 2018.)

 

 

 

Meşru olan ve meşru olmayan ölüm cezası?

(1)

Ölüm cezasını veya idamı planlayarak ve taammüden adam öldüren ve suçu mahkemece kesinleşmiş bulunan katillere uygulandığında savunmak mümkün. Söz konusu cezaya karşı çıkanların öne sürdükleri bazı argümanlar var. Bunları teker teker ele alıp üzerinde durmak lazım. Bu argümanları şöyle sıralayabiliriz:

1) Söz konusu ceza bazan yanlış uygulamalar sonucunda haksızlıklara yol açabilir. Özellikle hukuka dayalı olmayan kanun ve mevzuatın, ceza yasalarının intikamcı olduğu bir ülkede yanlış uygulama ihtimali daha da yüksektir.  Ölüm bir sondur, geri dönüşü olmayan bir yoldur. telafisi yoktur. Oysa hukuk “arada yaş da yansa da olur” denebilecek kadar basit değildir.

İlk bakışta bu itiraz makul görünse de, diğer cezalar için de teşmil edilebileceğinden genel bir kural haline gelebilir. Yani mesela gasp, hırsızlık, yaralama, tecavüz vb. ağır ceza kapsamına giren suçların tespit ve tayininde birtakım hataların yapılması, hakimin yanlış, eksik kararlar verip hak edilmemiş cezalar vermesi mümkündür.  Burada yapılması gereken şey, katillerin tespit ve tayininde elden geldiğince ve çok yönlü araştırma ve soruşturmalarda bulunmak, ortada şüphe kalmayıncaya kadar davaya nüfuz ettikten sonra ceza verme cihetine gitmek olmalıdır.

2) Hukuk zemininde düşünmek “orada ya ben olsaydım” şeklinde düşünmeyi gerektirir. Bu da masum bir insan cezalandırılacağına yüz tane suçlu cezalandırılmamalıdır şeklinde düşünmek demektir. Modern hukuk budur, bunun dışındaki düşünme şekilleri ilkeldir.  “Orada ya ben olsaydım” denilecek ve empati yapmakta hareket edilecekse, aynı empatiyi maktul veya mağdurlar için de yapmak gerekir. Masum olarak öldürülen bir insanın hak ve hukuku ne olacak? Bir masumun cezalandırılması tabii ki kimsenin kabul edebileceği bir şey değildir, ama bir şekilde masumlara zarar vermeyi meslek haline getiren insanların onlarca suç işlemesi ve ortalıklarda yüzlerce ve binlerce suçlunun rahatça gezip dolaşması o toplumda huzur ve emniyetten eser bırakmaz. Kanlarının yerde kaldığını veya haklarının alınmadığı düşünen mağdurlar sonunda herhangi bir muhakeme lüzumunu hissetmeden, bizzat kendileri suçlulara veya şüphelilere ceza vermeye kalkışır, ihkak-ı hak yolunu seçer, bu da büyük kargaşa ve çatışmalara sebebiyet verir.
3) “Ceza asla çözüm değildir, olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır. Şu veya bu konjonktüre göre değişiklik gösterse bile gasp, hırsızlık, öldürme, yaralama vs. adi suçların oranları düşmemiştir.” Evet, bu kısmen doğrudur, ama bu suçlunun cezasının düşürülmesinin gerekçesi olamaz. Ceza, sadece caydırıcılık için verilmez, suç fiilinin karşılığı olarak verilir ki, vicdanlar ancak suçlu kimsenin cezasını aldığına şahitlik ettikten sonra vicdanları rahat eder.

4) “Kısas esasına dayalı idam cezasını savunman cezaların şahsiliği prensibinin olmadığı bir döneme aittir. O dönemde kısasın amacı aileler arasında kan davasının önüne geçmek ve bu suretle toplumu korumak olmuştur. Oysa günümüzde şahsilik prensibi gereği katili tecrid etmek suretiyle toplumu korumak mümkün hale gelmiştir. Caydırıcılık konusunda da psikolojik nedenlerle cinayet işleyenin idam edilip edilmeyeceğini düşündüğünü sanmıyorum. Keza bunu planlayarak yapanlar da maalesef bu iş için küçük yaşta çocukları vazifelendirerek ya da tetikçi tutarak hukuken kendilerini koruyabilmektedir. Şu halde günümüzde bu cezanın amacı olarak intikam almak gözükmekte bu ise modern hukukun temeli olan kimsenin kendi davasının yargıcı olamayacağı kuralına (insanlar intikam alır, devletin amacı suçla mücadele etmektir) aykırı düşmektedir.”

Ölüm cezası kadim zamanlardan beri vardır. Hz. Musa şeriatında ve İslam’da “cana can” şeklinde kısas olarak tarif edilmiştir. Kabileler ve aileler arasında süren kan davalarının önlenmesinde kısas veya öldürme cezası büyük rol oynadı. Bugün de dünyanın bazı bölgelerinde farklı biçimlerde kan davaları sürmektedir. Organize suç örgütleri, devletlerin gizli çalışan istihbarat örgütleri ve servisleri “karşılıklı öldürme” prensibini uygulamaktadırlar; şu farkla ki, karşı taraftan veya düşman kampından infaz ettikleri kişi kendi taraflarından öldürülenin katili değil, sadece karşı tarafa mensup olmaklığıdır.

Katilin hapse atılarak tecrit edilmesi çoğu zaman toplumu veya hasım bellediği kimseleri onun zarar ve saldırılarından korumaya yetmez. Hapiste olup da dışarıda cinayet, hırsızlık, gasb vb. suçlara karışan, örgüt yöneten, direktif veren nice suçlu vardır.

Katilin cinayet işlerken hangi psikolojik ruh haleti içinde olduğu şahıstan şahısa değişir. Öfkesine yenilen kişiler bir anda insan öldürebilir ve belki o anda cezayı düşünmez. Bu doğru olmakla beraber zihninin bir köşesinde cinayet işlemesi durumunda kendisinin de öldürüleceği yönünde bir bilgi veya fikir varsa, cinayetten vazgeçmesi ihtimal dışı değildir. Çocukların birtakım suçlarda veya cinayetlerde kullanılıyor olması başka bir konudur.

Mağdur şahısları intikam almaktan koruyabilecek mekanizma devletin her suçluyu hak ettiği kadarıyla cezalandırmasıdır. Max Weber, “şiddet kullanma tekeli”ni sadece devlete verirken bu noktayı göz önünde bulundurmuştur. İslam hukukunda da İmam’ın dört temel görevlerinden biri “hadleri uygulaması”dır ki, bu devletin asli unsuru olan bağımsız mahkemelerin suç fiilini tespit etmesi, ceza tayin etmesi ve devlet görevlilerinin cezayı infaz etmesi anlamına gelir. Eğer devlet suçluları cezalandırmayacak olursa, herkes kendisi ceza vermeye kalkışır, bu da orman kanunlarının hüküm sürmesi anlamına gelir. 

(2)

“Ölüm cezası”yla ilgili yazılarıma gelen eleştirilerden Amsterdam Universitesi’nden R. Gökhan Koçer, bana yönelttiği eleştiri üzerinde durmayı hak eder:

“Batı uygarlığının devlet baskısından çok muzdarip olduğunu  söylüyor ve ‘bizim tarih boyunca devletlerden, sultan ve padişahlardan bağımsız bir hukukumuz olmuştur’   diyerek  İslam toplumlarında devlet dışında bir hukuksal alanın var olması sonucu böyle bir ‘devletin rastgele hukuk(suzluğ)undan muzdarip olma’ sorunun olmadığını öne sürüyorsunuz.

Bu iddianız hep eleştiregeldiğimiz oryantalist zihniyetin kutupsal karşıtı olan ve bu yüzden de onunla aynı paydayı  taşıyan bir “ötekileştirme”  ideolojisinin tezahürü gibi görünme tehlikesini ciddi bir biçimde taşıyor. Tüm İslam toplumlarının ortak bir tarihsel geçmiş ve dinamik ekseninde devlet-toplum ilişkilerini tanzim ettiklerini öne sürmek, bu toplumları yermek için yapıldığında da (oryantalistlerin tavrı), yüceltmek için yapıldığında da (sizin tavrınız) aynı tehlikeyi içerir; yani insan topluluklarının birbirlerinden özde ve kesin olarak farklı oldukları düşüncesini gerçekliğe bakışın temel varsayımı haline getirmek tehlikesinden söz ediyorum. Bu yapıldığında  Avrupa’daki İslam düşmanı kesimlerle ortak bir noktada birleşilmiş olur: bu kesimler de tüm Müslüman topluluklarının yapısal olarak ve kaçınılmaz bir biçimde “aşağı” olduklarını öne sürerken en temelde aynı varsayımdan hareket ediyorlar. Elbette, şu da göz ardı edilmemeli, dini ve kültürü ne olursa olsun, tüm insan topluluklarında aynı tür suçlara rastlıyoruz, ne yazık ki çocuklara yönelik şiddet bu suç kategorilerinden birini oluşturuyor. Yani iddianızın gerçek empirik  ispatı İslam toplumlarında çocuklara yönelik şiddet suçlarının olmadığını göstermek olabilirdi. Ne yazık ki durum bu değil, bu korkunç suçlar her yerde işleniyor.

Belirtmek gerekir ki, belli bir tarihten sonra Doğu/İslam toplumları –Emevi, Abbasi, Selçuklu, Endülüs, Osmanlı, Safevi vd.- ile Batı toplumları arasındaki farkın mahiyetini “İslam dini” belirlemiştir. Söz konusu toplumlarda İslamiyet, sadece Batı’daki gibi toplumsal hayatı “dini değerler ve manevi zemini” itibariyle etkilemekle kalmamış, hukuk nosyonunu da belirlemiştir. Batı’da Hıristiyanlığın hukuk üzerinde herhangi bir belirleyicilik vasfından söz edilemez. 476’da Roma yıkıldığında Vatikan onun örgütlenme modelini referans alarak  inisiyatifi ve iktidarı eline almış, ama hukuk alanında faiz ve boşanma yasağından başka Roma hukukuna herhangi bir katkı sağlayamamıştır. “Kilise hukuku” adı altında yüzyıllarca insan ilişkilerini düzenleyen hukuki mecmua ve kurallar Roma hukukunun kendisinden başkası değildir.

Roma hukuku, özünde bir devlet, yani muktedirlerin, mütegallibe güçlerin hukuku olduğundan, aynı yönde yönetenlerin ve yönetilenlerin dışında herkesin kendisine başvurabileceği, adaleti ve hakkaniyeti kendisiyle tesis edebileceği bir hukuk nosyonu ve bilincinin yerleşmesine yetmemiştir. Bunun tarihte Batı toplumlarına ne büyük acılar çektirdiğini, neden bir tür zorunluluklar sonucunda köylü ve sınıf savaşların Batı tarihinde ortaya çıktığını anlayabilmemiz için, bugün aydınlarımızın ve akademik dünyamızın zihni üzerindeki blokajların kaldırılması ve iki dünyanın tarihinin mukayeseli okunmasıyla mümkün olabilir ancak.

Tarih boyunca Batı’da hukuku yapanlar devlet ricalidir ve onlar da mütegallibe sınıflara mensup kimselerdi. Kilise ezilenlerin yanında değil, mütegallibe zümrelerin yanında yer aldı, aristokrasiyle tarihsel ittifak kurdu ve bunun sonucunda Kıta Avrupası’ndaki toprakların üçte birini kontrolü altına geçirdi ki, bu da Kilise’yi feodal sistemin ana sac ayaklarından biri kılan trajik bir durumdu.

İmparatorluğun dağılmasından sonra ortaya çıkan krallar ve prensler de kendi hukuklarını empoze ettiklerinden, toplumsal bilinçte herhangi bir değişiklik vuku bulmuş değildir. Yani sonuç itibariyle ister köylüler ve işçiler, ister burjuvazi veya sivil alanda varolmak isteyenler; kralın, imparatorun, prenslerin kısaca devletin kendilerini ezen hukukunun dışında, herkesin üzerine ittifak edeceği, gönül huzuruyla saygı duyacağı bir hukuk arayışına girmişlerdir ki, modern çağda ortaya çıkmış bulunan “hukuk devleti veya hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik rejimler” fikrinin tarihi kökleri buna dayanmaktadır. Anayasalar, hakim güçleri, yönetilenlerle beraber riayet edeceği bağlayıcı metinler, yani hukukun üstünlüğünü teminat alan sözleşme olarak ortaya çıkmışlardır.

(3)

Ölüm (veya idam) cezasının tekrar TCK’ya girmesine karşı olanların öne sürdüğü bir itiraza göre (mesela Amsterdam Üniversitesi’nden R.Gökhan Koçer), “İnsanlar bir ölçüde içlerinde yaşadıkları toplumların ürünüdürler. Toplumsal dinamiklerin şekillendirdiği akıl yürütmeler ( ya da akıl yürütememeler) sonucu suç işlerler. Bu anlamda her eylem toplumsal dinamiklerin şekillendirdiği bir kişiliğin ‘hür iradesi’nin sonucu olarak ortaya çıkar.  Sonuç olarak ceza denen şeyin adil olmasının ön koşulu sorumluların hepsinin cezaya dahil edilmesidir. Bu çerçevede ‘hapis cezası’ suçluyu özgürlüğünden mahrum ederken, suçun ortaya çıkmasına yol açan dinamiklerden belli bir düzeyde sorumlu olan toplumu da iki şekilde bu cezaya dahil etmektedir: (a) hapishane denen alanın tüm masraflarını vergilerle karşılamak (b) suçlu ile durmadan yüzleşerek suçu oluşturan dinamiklerin neden ortaya çıktığına dair bir öz eleştiri yapmaya zorlanmak. Bu anlamda idam cezasında derin bir adaletsizlik bulunuyor. Suçu işleyen kişi suçun tüm cezasını çekerken, suçun ortaya çıkmasına yol açan dinamikleri türeten toplum cezadan muaf tutuluyor. Tabii, daha da kötüsü toplum tüm sorumluluğu suçluya yükleyip onu fiilen ortadan kaldırarak, suçu oluşturan dinamiklerle yüzleşme ve bu dinamikleri ortadan kaldırma şansını da yitiriyor. Bu anlamda idam cezası aslında hem derin bir adalet boşluğu içeriyor, hem de daha iyi bir topluma evrilmek için gerekli ve son derece zor öz eleştirilerden bizi mahrum bırakıyor.”

Bu itirazda anahtar terim, hapishane, toplumun ortak sorumluluğu, cezanın kolektif olarak bütün toplum üyelerine yayılması, vergi, yüzleşme gibi unsurlardan teşekkül ediyor.

İslam fakihleri “hapishane olgusu”na, başka bir ifadeyle şu veya suç fiilinin hapis yoluyla cezalandırılmasına pek hoş gözle bakmamışlardır. Bu yüzden her ne kadar tarihte aksi örneklerine rastlansa da, İslam’ın ilk dönemlerinde ve fakihlerin nazari mütalaalarında kısa süreli hapis sürelerine iltifat edilmiştir ki, bu da genellikle “sayılı birkaç gün”den ibarettir. Öldürme, yaralama, gasp, hırsızlık, meşru yönetime karşı silahlı ayaklanma, yol kesme, tecavüz vb. suç fiillerine ağırlıklı olarak yerinde ceza tayin ve takdir edilmiştir. Mesela öldürmelerde ve yaralamalarda kısas, hırsızlıkta el kesme, zina suçunda celde vs.

Burada fakihlerin önem verdikleri genel mantık, insanın yerinde ve anlık cezanın yıllara veya hayatın bütününe yayılan cezadan daha insani olduğu, hatta bunun suçlunun lehine olabileceği fikridir.  Bir insanın herhangi bir affa uğrama ümidi olmaksızın 30 sene veya son nefesine kadar (müebbed) olarak hapis yatacağını bilmesi onun hayatını anlamlı olmaktan çıkarır, ölüm daha kolay gelir. Üçer kez ağırlaştırılmış müebbed hapis ceza istemiyle yargılanan biri olarak bunu en iyi anlayanlardan biriyim. Fakat bunun ötesinde, İslam bakış açısından, cezanın tayin ve takdirinde fertlerin, toplumun veya suçlunun ne düşündüğü, mütalaa  ve fikirlerinin hangi yönde teşekkül ettiği belirleyici bir nokta değildir, Şari’ cezayı nasıl tayin ve takdir etmişse, suçluya herhangi bir acıma hissi içine girmeden cezalandırılması gerekir. Tek taraflı olarak suçluya acımak veya insani merhamet gösterip ona müstahak olduğundan daha düşük bir ceza vermek, mağdura zulmetmekle aynı şeydir. Eğer merhamet söz konusu olacaksa buna en çok hak sahibi olan mağdurdur. Suç ve ceza dengesinde öncelikle mağdur öncelikli haklara sahiptir.

Toplumun, tarihsel ve maddi-sosyal şartlar dolayısıyla suçlunun tolere edilmesi, sadece ölüm cezaları için her suç fiili için geçerlidir. Katiller yanında hırsızlar, eşkıya ve tecavüzcüler de bundan istifade eder ki, bu bizi sonuçta cezanın somut bir karşılık olmaktan çıkarılmasına, eski zamanlardaki gibi suç ve cezanın bireysel/ferdi olmaktan çıkarılıp kolektifleştirilmesine yol açar. Bu sayede toplum hayatı suçlular cennetine dönüşür.

Toplumun suçlar ve suçlular karşısında kendisiyle yüzleşmesi önemli bir olgudur, hiçbir şekilde ihmal edilmemesi lazımdır. Ancak bu suçluların cezalandırılmasının askıya alınmasını gerektirmez, ekonomi, gelir bölüşümü, eğitim, medya, aile vb. kurum ve kuruluşların daha aktif olmasını gerektirir.

Hukuk ve hukuktan neşet eden kurallar çok boyutludur. Bir boyutu “caydırıcılık” ise diğer boyutu “ıslah etme”ye veya “salt ceza verme”ye matuftur. Hukuk intikamcı değildir, ama mağdur veya mazlumun hakkı zalimde kalırsa sadece haksızlığa uğrayan değil, toplumun vicdanı sızlar.

Avrupa, tarihinde hukuku devletlerin, kral ve imparatorların vaz’ettiği bir beşeri havzadır. Batı insanı tarih boyunca devlet ezmiştir, insan hep devletin dışında nasıl kendimi koruyabilirim sorusunu sormuş, hukuki sığınaklar aramıştır. Hukuk’un üstünlüğü kavramı, yönetimlerden, prens ve devletten bağımsız bir hukuk nosyonu bulma çabasının sonucu ortaya çıkmıştır ki, ancak bundan sonra yaşama hakkı, temel hak ve özgürlükler ile en başta mülkiyet hakkı güvence altına alınabilmiştir. Biz Müslüman toplumların hiçbir zaman böyle bir sorunu olmamıştır, biz tarih boyunca devletlerden, sultan ve padişahlardan bağımsız bir hukukumuz olmuştur. Sorun onların koymadığı hukuk kurallarına, yani Münzel Şeriat’e onların ne kadar uyup uymadığı sorunudur. Elbette zaman zaman yöneticiler, despot ve zalim siyasi iktidarlar insanların canlarına ve mallarına kastetmişlerdir, ama herkes “Yöneticilerin Hukuk (Şeriat) karşısında suç işledikleri”ni söylemiş, bu suçları işleyen yöneticilerden hiçbiri de çıkıp 14. Lui gibi “Kanun benim” dememiştir.

Batı dünyasının bütün çabası kişilerin, sınıf ve zümrelerin üstünde bir hukuk arama ve tespit etme çabasıdır. Elinde böyle bir hasıla olmadığı için tabii ki insanlar kendi adalet ve hakkaniyet anlayışlarına göre hukuk yapmak durumunda kalmışlardır.

Kendisi hukuk vaz’etmeye kalkışan insan toplumları salt akıl güçleri veya yaşadıkları tecrübelerden damıttıkları bilgi ve kanaatlerle kural ihdas ettiklerinde her zaman adaleti tesis edemiyorlar. Bir sürü beşeri zaaf, nakısa ve harici faktör, kuralların ihdasında rol oynar, bir bakmışsınız adaleti tesis etmeye matuf bir kural adaletsizliğin ta kendisi olur.

AB uyum yasaları çerçevesinde ceza hukukundan kaldırılan idam cezası da öyledir. Hiç kimsenin içine sinmiş değildir. Nitekim AB’ye üye olurlarken konuyla ilgili Finlandiya Cumhurbaşkanı Tarja Halonen de, kendilerinin idam cezasını kaldırdıklarını ancak zaman zaman bunu yapmakla hata edip etmediklerini tartıştıklarını söylüyor. Halonen şunu da eklemeyi ihmal etmiyor: “Ölüm cezasının olduğu ülkelerde de hala çok korkunç suçlar işleniyor.”

İdam cezasının olduğu ülkelerde vahşi cinayetler işleniyor. Bu doğru. Ancak iki nokta gözden kaçırılmamalıdır: İlki, istatistiklere dikkatle bakalım, idam cezasının olduğu ülkelerde cinayetler söz konusu cezanın olmadığı ülkelere göre daha azdır. İkincisi, öldürme cezası, salt bir caydırıcılık değildir, salt bir ‘cezalandırma’dır. Bu son derece önemlidir. “Caydırma ve ıslah” hakikatte başka disiplinlerin asli gayesidir, “ceza” hukukun ve adaletin asli gayesidir.

Her suç işleyen cezasını almalıdır. Suçluyu sadece mağdur veya mağdurun varisleri affetme yetkisine sahiptirler. Devletler, yasa çıkararak suçluyu cezalandırmaktan muaf tuttuklarında, hakikatte suçlunun yanında yer almış, suç fiilini ödüllendirmiş, hatta bir noktadan sonra suçu teşvik etmiş olurlar. “Ben her durumda öldürme cezasına karşıyım, bu çağdışı bir cezadır” demek, nasılsa ölüm cezasını almayacağını bilen katil ruhlu canilerin önünü açmak, cinayet işlemelerini kolaylaştırmaktır.

Belirtelim ki buraya kadar savunduğumuz “ölüm cezası” sadece taammüden işlenen cinayetlerle sınırlıdır. Siyasi suçlar adı altında dercedilen fiillerin hiçbiri -cana zarar veren silahlı kalkışmalar hariç- için İslam Şeriatı ölüm cezasını vaz’etmiş değildir.

“Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı). Özgüre karşı özgür, köleye karşı köle ve dişiye karşı dişi. Fakat kimin (hangi katilin) lehine, onun (maktulün) kardeşi (varisi veya velisi) tarafından bağışlanırsa, artık (yapılması gereken) örfe uymak (ve) ona (maktulün varis veya velisine) güzellikle (diyet) ödemektir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir. Artık kim bundan sonra tecavüzde bulunursa, onun için elem verici bir azab vardır. Ey temiz akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki sakınırsınız.” (2/Bakara, 178-179.)

Cinayet fiilinde cezayı düzenleyen bu ayette açık olan husus şu ki, kısas (ölüm cezası) sadece cinayetler içindir; diğer husus ayet iki seçenek daha sunuyor ki, biri “diyet” diğeri “af”tır.

Devlet taammüden insan öldüreni affedemez ama katillerin maktulün mağdurları tarafından diyet ödemeleri veya affetmeleri için “aracı rol” oynayabilir; çeşitli etkili sivil kanaat önderlerini, saygın şahısları devreye sokarak genel bir yumuşama havası doğurabilir.

Ölüm cezasını savunanlar, bu cezayı daha çok siyasi düşünceleri dolayısıyla muhaliflerini bertaraf etmek için istemektedirler. Bugün Suudi Arabistan, Mısır ve İran’da yüzlerce muhalif herhangi bir öldürme olayına karışmadıkları, ellerine silah almadıkları halde idamla yargılanmaktadırlar. Silah kullanıp darbe teşebbüsünde bulunanlar, insan öldürdükleri sabit olanlar elbette affa mazhar olamazlar, ama düşünceleri ve muhalif tutumları dolayısıyla insanların ölümle cezalandırılmaya kalkışılması İslam bakış açısından vahim bir cürümdür. Sahih İslam şeriatı hangisi olursa olsun hiçbir düşünceyi ve siyasi muhalefeti suç saymaz.

30 Eylül 2018

 


Devlete karşı suç

Kur’an-ı Kerim’de ölüm cezasının iki suç fiili için takdir edildiğini söylemek mümkün. Biri adil ve meşru bir savaşta düşman askerinin öldürülmesi, diğeri meşru bir yönetime karşı silahlı ayaklanmaya kalkışanların çarptırıldıkları üç tür cezadan birinin ölüm olması. Hadis kaynaklarında “kısas” yanında “dinden irtidat” ve evlilerin işlediği “zina fiili” ölüm cezasını gerektiren bir suç olarak tarif edilmişse de her iki cürüme Kur’an’da ölüm cezası takdir edilmiş değildir. Kur’an ve Sünnet’te yer almamakla beraber zaman içinde kamu otoritesinin yetkilerini ve iktidar güçlerini arttırma kaygısıyla fakihler “ta’zir” adı altında bazı fiilleri ağır suç kapsamına sokup halife-sultanların ölüm cezası verebileceklerine hükmetmişlerdir. 

“Allah’a ve Resûlü’ne karşı savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuğa çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri, asılmaları ya da elleriyle ayaklarının çaprazca kesilmesi veya (bulundukları) yerden sürülmeleridir. Bu, dünyadaki aşağılanmalarıdır, âhirette onlar için büyük bir azap vardır. Ancak, sizin onlara güç yetirmenizden önce tövbe edenler başka. Bilin ki, şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” (5/Maide, 33-34.)

Geleneksel müfessirlerimiz ve fakihlerimiz bu ayetin tam olarak hangi suçları düzenleyen ceza olduğu konusunda açık bir fikre sahip olamamışlardır. Kimilerine göre ayet, failleri Müslüman olsun olmasın, siyasi suçları; kimilerine göre yol kesme, gasp, hırsızlık veya sıradan öldürme suçlarını düzenlemektedir. Bu ihtilaflar önemli olmakla beraber, ayetin “siyasi amaçlı eylemli kalkışma suçları”yla ilgili bir düzenleme olduğunu söylemek mümkün.

İnkârcılara karşı savaşı kastetmiş olamaz, çünkü bununla ilgili başka düzenlemeler söz konusudur. Ağır ceza davalarına giren konular çerçevesinden bakıldığında, kamu düzenini bozan (fesad) ve insanların can, mal ve namus güvenliğini tehdit eden suçlar da bu kapsamda ele alınabilir. Kurtubi’ye göre “muharib” ister şehirde ister meskun olmayan yerde olsun, insanlara karşı silah kullanan, ortada geçerli bir sebep yokken insanların mal ve canlarına saldırıda bulunan kimseye denir.

Ayette savaş (muharebe) fiilinin kullanılmış olması önemlidir. Hiç kimse Allah’la ve miladi 632’de bu dünyadan irtihal ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.)’le muharebe edemeyeceğine göre, burada söz konusu olan, “meşru yöneticiler”e, başka deyişle İslami hükümleri referans alan kamu otoritesine karşı başkaldırmaktır. Ancak belirli hukuki teamüller ve kurallar dahilinde yönetime sözlü veya örgütlü muhalefet etme durumunda olanlar kastedilmemektedir. O halde “Allah ve Resulüne karşı savaş açanlar” ifadesi, meşru yollarla iş başına gelmiş yöneticileri silahlı ayaklanma ile devirmek ve onların sorumlu olduğu kamu düzenini aynı yollarla bozmak, güvenliği sağlama görevlerini yerine getirmekten alıkoymak isteyenlere işaret eder. Siyasal iktidarların veya yöneticilerin kendilerine muhalif olanları “terörist veya terör örgütü, çete” statüsüne koyup sindirmeleri hukuk ihlalidir, muhaliflerin güç kullanılarak bastırılmaları için muharip olmaları, yani fiili olarak şiddet ve teröre başvurmaları, silah alıp meşru kamu otoritesine karşı savaşmaları gerekir. Oysa “ta’zir” kapsamını geniş tutanlar, yöneticilere karşı muhalefetin, örgütlü ama barışçıl iktidar taliplilerinin de ölümle cezalandırılacakları hükmünü getirmişlerdir ki. gerek Örfi hukukta, gerek Fatih Sultan Mehmet veya sonraki padişahların kanunnamelerinde yer bulan ölüm cezaları, siyaseten katl gibi tatbikatlar kaynağını İslam şeriatından almaz; her biri birer “yasağ-ı sultani” olan Cengiz yasasından, yani töreden alır.

Buradaki meşruiyetin halkın özgür iradesi ve rızasına rağmen kurulan dikta rejimleri, adaletsiz ve baskıcı yönetimlerin olmadığı açıktır. Meşruiyetin ölçüsü İslami hükümleri referans alınması ve halkın rızasıyla iş başına gelinmesidir. Meşru yöneticilere karşı fiilen ayaklananlar cezalandırılır; ama ayaklanmaya aktif olarak katılmayan sivil erkeklere, din adamlarına, kadınlara, yaşlılara ve çocuklara dokunulamaz. Siyasi suçluların fiillerinin mahiyeti ve sonuçları ne olursa olsun, onlara verilecek ceza intikamcı ve kolektif olmamalıdır.

Ayetin “yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar” cümlesi, siyasi rejimin kendisine karşı bir hareket içinde olmayıp yol kesen, eşkıyalık, haydutluk, korsanlık yapanların işledikleri suçu ve bu suça verilecek cezaları düzenler. Bu durumda ayeti hem siyasi suçlar, hem can ve mal emniyetini ihlal eden ağır suçlar için düşünmek mümkün.

Öldürme veya asma sonuçta bir “ölüm veya idam cezası”dır. “El ve ayakların çapraz kesilmesi“ni “tarihi bir ceza şekli” olarak kabul etmek mümkündür. Hem Yahudi şeriatında, hem daha önce Mısır ve başka kadim toplumlarda bu türden cezalar yer almaktadır. Mısırlı büyücüler, Hz. Musa’ya inandıklarını söylediklerinde Firavun onları “el ve ayaklarının çapraz kesme” cezasıyla tehdit etmişti (7/A’raf, 123-124; 20/Taha, 71; 26/Şuara, 49). “Nefiy” ile ifade edilen ceza ise duruma göre belli süreli hapis veya sürgün cezası olarak takdir edilebilir. Öldürme manasında anlayanlar olmuşsa da, başta zaten öldürme cezası zikredilmişti. “(Bulundukları) yerden sürülmeleri” suçu işledikleri yerden başka yere sürülmeleri veya kovalanarak İslam diyarının dışına çıkarılmaları demektir. Bunu hapis cezası şeklinde anlayanlar da olmuştur. Bu durumda dört çeşit ceza sıralanmış olmaktadır:

a) Doğrudan öldürmek (işkence ve eziyet etmeden kılıçla, kurşunla veya başka alet ve yolla);

b) Asarak idam etmek;

c) El ve ayaklarının çapraz kesilmesi;

d) Bulundukları yerden sürülmeleri (sürgün veya hapis cezası).

Hukukçular, suç fiilinin niteliğine göre bu cezaların tayin edileceğini söylemişlerdir. Ancak İmam Malik, Said bin Müseyyeb, Ömer bin Abdülaziz, Mucahid, Dahhak, en-Nehai, devlet başkanının –aslında davaya bakan mahkemenin- söz konusu cezalardan birini tayin ve takdir etmekte serbest (muhayyer) olduğunu, üçünden birini verebileceğini söylemişlerdir. Takdir mahkeme heyetine ait olduğuna göre bu tür ağır suçlara ölüm cezası, çaprazlama el ve ayakların kesilmesi veya sürgün ya da hapis cezası verilebilir.

Burada şu suali sorabiliriz: Söz konusu cezalar Kur’an’ın ilk defa kendisinin koyduğu cezalar değil ise -ki değildirler- bu durumda uygulanagelen cezalar babında zikredip mer’iyetteki uygulamalara referanslarda bulunmuş olması mümkün değil mi? Eğer böyle ise bu durumda maksadı tahakkuk ettirmeye matuf müçtehitler başka cezalar tayin ve tespit edemezler mi? Bu sualin cevabını bir sonraki yazımızda ele almaya çalışacağız.

“Ancak sizin onlara güç yetirmenizden önce tevbe edenler başka ifadesi, ayaklanma veya baskın ne kadar sürmüş olursa olsun, -gücün tükenmesi veya pişmanlık sonucu- vazgeçildiği yani isyancılar veya saldırganlar teslim olduğu takdirde onlara bir cezanın uygulanmayacağını ifade eder. Kurtubi, “Tevbe eden muharibin aleyhine imamın (devletin) yolu yoktur” der. Bazı hukukçular, “Kur’an’da hangi suçtan sonra yer almış olursa olsun, ‘tevbe edenler’ kaydı cezayı mutlak anlamda düşürür” kanaatindedirler. İmam Şafii, tevbe ile her türlü had cezasının düştüğünü söyler. Ayaklanma esnasında cana kıyılmış veya mala zarar verilmişse, sadece canın ve malın hesabı sorulur; yoksa sözlü, yazılı veya fiili muhalefet veya örgütsel faaliyet dolayısıyla muhaliflere ceza verilemez.

Ancak elbette bu, isyan veya saldırı bastırılmazdan önce olacak tevbeler için söz konusudur. Silahlı bir isyan veya saldırı bastırıldıktan, özellikle cana ve mala maddi-somut zarar verildikten sonra, failler tevbe ettiklerini açıklayacak olurlarsa, buna itibar edilmez. Mevdudi, burada bozgunculuk ve meşru yönetimi yıkma girişiminden el çekeler ve davranışlarıyla kanuna bağlı ve barışsever olduklarını gösterirlerse, pişmanlıklarından önce suçlardan birini işlemiş olsalar bile ayette geçen cezalardan hiçbirinin kendilerine verilmeyeceğini söyler. Bununla birlikte öldürme ve hırsızlık gibi herhangi bir şahsa karşı işledikleri ihanet ve suçtan dolayı mahkemeye çağrılabilirler, fakat savaş suçuyla yargılanamazlar. (Tefhimü’l Kur’an, I, 479; Ayrıca bkz. Ali Bulaç, Kur’an Dersleri, II, 629 vd..)

Tekraren söyleyelim ki İslam hukukunda “devlete karşı suç” yoktur. Suç gerçek şahıslara karşı işlenir. “Devlete karşı suç ve ceza” modern zamanların ve rejimi ne olursa olsun, modern devletin kendini halka karşı koruma dürtüsünün ürünüdür. Bu bizim ifade özgürlüğü, örgütlü muhalefet ve pozitif hukuk mevzuatında yer alan siyasi suçlar konularına yeniden bakmamızı gerektiren önemli bir husus olarak görünmektedir. Modern zamanlarda çoğu zaman devletler, kendilerine karşı silahlı, örgütsel ve kanunlarla suç saydıkları fikir ve görüşlerin ifade edilmesi dolayısıyla şahıslara ve guruplara ağır cezalar verirken, gerçek şahıslara karşı işlenen suçları affedebilmektedirler. Oysa herkes kendine karşı işlenmiş suçu affetme yetkisine sahiptir. Devletler, yurttaşları adına şahsi suçları affederken, kendilerine karşı işlenmiş suçları affetmezler.

Modern hukukçular, modern devlet yapılanmasının derin etkisinde ayette “Allah ve Resulü”nü “devlet” olarak anlamış, böylelikle “Allah’a ve Resulü’ne karşı muharebe”yi “devlet suçu” saymışlardır. Mesela ayetin şu tefsiri buna bir örnek sayılabilir: “Kur’an bu ayetlerde silahlı eşkiyalığı ve yol kesiciliği, halkın huzurunu kaçırdığı için devlete (Allah’a ve Resulü’ne karşı işlenmiş bur suç görmüş ve caydırıcı cezalar getirmiştir.” (Kur’an Yolu, II, 260.)

Oysa devlet diye somut-maddi bir entite yoktur. Şahıslar ve yöneticiler vardır. Yol kesenler, eşkiyalık yapanlar gerçek şahıslara karşı suç işlerler; eğer tevbe ile ceza düşüyorsa, gerçek şahıslar affetmedikçe ceza nasıl düşer? Eğer yöneticilere karşı yani onları devirmek üzere suç işlenmişse, bu bugünkü tabirle devlete karşı suç olup ayetin hükmüne göre failler pişmanlık beyan ediyorlarsa cezaları düşer, ama ayaklanma sırasında cana ve mala zarar vermişlerse bu zararlardan dolayı yargılanır ve ceza alırlar. Muhalefet etti, ifade özgürlüğünü kullandı, eleştirdi, iktidara alternatif ve talip olmak üzere kanuni çerçevede örgütlendi diye kimseye ceza verilemez, bu eylemlerinden dolayı suçlu addedilemez. Nitekim Elmalılı da aynı kanaati sergiler: “Doğru olan (bu olayda) kamu hukukuyla ilgili cezalar düşer, cana ve mala zarar verilmişse bunlara ceza verilir veya hak sahipleri dilerse ceza talep edebilir.” (Hak Dini Kur’an Dili, III, 1167.)

22 Eylül 2018

 


Devletin af yetkisi

Devlet ve af

Kamuoyu ve hukukçular, ölüm cezaları konusunda iki ana gruba ayrılmış durumda; bir kısmına göre ölüm cezası adaleti tesis eder, diğerlerine göre artık “çağdışı ve intikamcı” bir uygulama olduğundan ceza hukukundan çıkarılması gerekir. Tabii ki, ölüm cezasının hukukta yer aldığı ülkelerde, eğer bu ceza infaz edilmeyecekse, bu durumda devletin af yetkisi söz konusu olmaktadır.

Burada şu soru önemlidir: Bir katili kim affetme hak ve yetkisine sahiptir? Bu sorunun cevabı hukuk sistemlerinin dayanaklarını teşkil eden farklı zihniyetlere işaret eder.

Şunun hatırlatılmasında yarar var: Her ne olursa olsun, aleyhinde çok yoğun bir propaganda olmakla beraber ölüm (idam) cezası kötü değildir. “Çağdışı ve eski/kabile zamanlarından kalma intikamcı bir ceza” olarak yorumlanması da su götürür bir iddiadır. Dün veya bugün, beşer hayatında geçerli genel teamüllerden biliyoruz ki, taammüden bir insanı öldüren, eğer hiçbir şekilde ölüm cezasıyla cezalandırılmayacaksa, bu, ölüm cezasının sadece devletin elinden alınıp “sivil katiller”e verilmesi anlamına gelir; çünkü nasılsa ölümle cezalandırılmayacağını bilen katiller, çok daha rahat ve pervasızca insan öldürmeye devam edecekler. Bu en başta cinayet suçlarının kolaylaşarak artmasına sebebiyet vermektedir. Bölgesel bir töre olan “kan davaları”nın onlarca kişinin hayatına mal olmasının önemli sebeplerinden biri, cinayet davalarında ölüm cezasının verilmemesi, buna karşılık sivillerin ceza vermeye kalkışmasıdır. Başka bir ifadeyle kan davası, ölüm cezasının sivilleştirilmiş infaz şeklidir. Ayrıca deneysel olarak biliyoruz ki, taammüden adam öldürenlere ölüm cezasının verilmemesi, maktullerin hayat hakkının hiçe sayılması ve potansiyel katil ve maktul sayısının arttırılması sonucunu doğurmaktadır. Bununsa can güvenliği ve hayat hakkını hangi vahim ölçülerde tehdit altına soktuğu ortadadır.

Ancak ölüm cezası (veya idam)ıyla ilgili söylediklerimizin tümü sadece taammüden işlenen cinayetlerde suçu mahkeme tarafından ve kesin olarak tespit edilmiş bulunan katiller içindir. Diğer suçlar için, özellikle siyasi suçlar için söz konusu olamaz. Bunu bir sonraki yazıda ele almaya çalışacağız.

Şimdi gelelim af meselesine!

Bilindiği üzere yürürlükteki modern hukuk telakkisine göre devlet gerçek şahıslara karşı işlenmiş suçları affedebiliyor. Devlet tarafından affedilen suçlar içinde adam öldürme, gasb, hırsızlık, soygun, adam kaçırma, zina, tecavüz, taciz, saldırı, yaralama vb. türden suçlar yer alabilmektedir. Buna mukabil devlet, koruyucu bir prensip olarak kendi güvenliğinin söz konusu olduğu hiçbir suçu affetmiyor; kendisine karşı işlenen suçları mutlaka cezalandırıyor.

Devlete karşı işlenmiş suçlarda devletin affı veya ceza indirimi söz konusuysa da, bu işlemin hakiki amacı, yine devlete dolaylı yoldan fayda ve avantaj sağlamaktır. Başka bir ifadeyle devlet, suçluları alicenaplık ve büyüklük gösterip affetmiyor, af karşılığında bir bedel talep ediyor.

*

Burada şunu sormak lazım: Devlet suç işleyenlere, ıslah olduklarına kanaat getirdiği için topluma dönmelerini mi sağlamak için mi af çıkarıyor? Hayır! Hatta tam aksine, çoğu zaman pişmanlık yasasından yararlanan veya itirafçı durumunda olanların, bu sefer devletin yanında çok daha dehşet verici eylemlere katıldıkları iddia edilmektedir. Eğer öyleyse, bu durumda şu ortaya çıkıyor: Devlet, aslında dolaylı yoldan kendi güvenliğini, çıkarını kollamak üzere böyle bir yola başvuruyor. Çünkü kendisine karşı işlenen suçlarda önemli bir artış var ve bir türlü bunun önüne geçemiyor; pişmanlık yasası, yerin altındaki çok daha büyük bir suç kütlesinin deşifre edilmesini sağlayacaktır.

DİE Adalet İstatistikleri Şubesi’nin derlediği bilgilere göre, 1994 yılında işlenen 60.742 suçtan 1.275’i kamu güvenliğine, 923’ü devletin kişiliğine, 559’u devlet yönetimine, 150’si adliyeye ve 19’u kamu düzenine karşı işlenmiş bulunmaktadır.

Bu suç kategorilerini aslında genel bir ifadeyle “devlete karşı suç” başlığı altında toplamak mümkün. Ancak “devlete karşı işlenmiş suç” kavramı son derece müphem ve tartışmalıdır; bununla birlikte, eğer bir suç işlenmişse, bunun cezasını ancak suçun kendisine karşı işlendiği gerçek şahıslar veya onların yasal varisleri affetme yetkisine sahiptir. Yani devlet kendisine karşı işlenmiş suçları -bunlar her ne ise- isterse veya bir maslahat gözetirse affedebilir; ancak hukukun ruhu ve nihai amaçları açısından bakıldığında,  bir başkasının evini soyan, ırzına geçen veya canına kıyan bir şahsı devlet affedemez; eğer affedecek biri varsa, bu, ya mağdurun kendisi veya varisleri olabilir ancak. Evrensel hukuk mantığı ve insanın fıtri adalet duygusu bakımından da benim evime giren bir hırsız, benim eşyamı, paramı çalmış, benim canımı yakmıştır; devlete ne oluyor ki, bana sormadan af ilan edip katil ve hırsızları salıvermektedir?

Bunun yanında devlet, hem hangi fiilin suç olduğuna karar veriyor, hem de suç saydığı fiile ceza tayin ediyor ve suçluya -mağdura sormadan- tayin ettiği cezayı veriyor.

İslam hukukunda ise durum farklıdır. Öncelikle hadleri gerektiren fiillerin hemen hepsinde hangi fiilin suç olduğunu ve suç teşkil eden fiile hangi cezanın uygun/denk düştüğünü Yasa Koyucu (Şari’) tayin ediyor. Arada düzenleyici içtihatlar büyük bir fonksiyon görmekle beraber Yasa Koyucu; devletten, siyasi otoriteden ve yargıçtan bağımsızdır ve onların üstündedir. Dolayısıyla devlet işine geldiği gibi suç ve cezalarda oynamalar yapamaz ve hukuku kendi güvenlik mülahazaları veya iktidardakilerin siyasi menfaatleri doğrultusunda manipüle edemez.

Bunun yanında, sözgelimi cinayet davalarında Yasa Koyucu tarafından tayin edilen cezalardan herhangi birini öngörme hakkı mağdura veya mağdurun varislerine aittir. Maktulün varisleri isterlerse, katili affedebilir, isterlerse diyet talep eder, isterlerse ölüm cezasını isteyebilirler. Mağdurun varisleri hangi cezanın tatbik edilmesini talep ediyorlarsa, o ceza uygulanır; ne devlet ne mahkeme aksine bir ceza veremez. Devlete düşen, merkezi ve en üst kamu otoritesi olarak suç fiilinin doğru tespiti, adil yargılama ve infazdır.

Belirtmek gerekir ki söz konusu çerçeveyi Kur’a referans alındığı zaman çizebiliriz; tarih içinde fakihler “ta’zir” veya “yasağ-ı sultani demek olan örfi hukuk” adı altında öyle suç fiilleri cezalar icad etmişlerdir ki binlerce masum ya zindanlarda çürütülmüş veya kanı siyasi otorite akıtılmıştır ki modern zaman fakihleri halen ta’ziri kitaplarında savunmaya devam etmektedirler.

Suç kategorileri

Modern zamanlara mahsus olmak üzere gerçek şahıslara karşı işlenen suçlar yanında devlete karşı işlenen suçlarda ihdas edildiğine yukarıda belirttik. Gerçek şahıslara karşı işlenen suçlar hakkında az çok bir fikre sahip bulunuyoruz. Çünkü tarih boyunca insanların can ve mal güvenlikleri, temel hak ve hürriyetleri iyi kötü hukukun güvencesi altına alınmış ve bunlara yönelen kasıtlı fiiller suç olarak kabul edilmiştir.

Bir fiilin suç teşkil edip etmediğini anlamamız için, o fiilin kanunla ve sarahetle suç olarak tarif edilmesi gerekir. Kanun suç teşkil eden fiilleri tarif ettiği gibi, suça karşılık olan cezayı da sarahetle tarif eder. Bu açıdan “kanunsuz suç ve ceza olmaz” kuralı kadim zamanlardan beri bilinmektedir.

Buraya kadar herhangi bir ihtilaf yok. Ancak “devlete karşı suç” kavramı bir kaç açıdan gözden geçirilmeye muhtaç görünüyor. Hemen belirtmek gerekir ki, çeşitli şekilleri ve tezahürleri olan “siyasi suçlar” ile doğrudan veya dolaylı yollarla işlenen “devlete karşı suçlar” aynı şeyler değildir. Nasıl geçmişte gerçek şahıslara karşı işlenen suçlar varsa ve bu suçlara karşılık olabilecek cezalar tespit edilmiş ve uygulanmışsa, aynen bunun gibi siyasi suçlar da olmuştur ve bunlara karşı uygulanacak cezalar tespit edilmiştir. Gerçek şahıslara karşı işlenen suç ve cezalar arasında kültürler, toplumlar ve dinler açısından bazı temel farklılıklar var; ama hiç değilse bu kapsama giren fiillerin suç olarak tanımlanması konusunda ciddi farklılıklar yok. Siyasi suçlar konusunda ise ülkeden ülkeye, dönemden döneme ve kültürden kültüre son derece ciddi sayılabilecek farklılıklar bulunmaktadır. Bir kültürde herhangi bir fiil normal bir siyasi hakkın kullanılması olarak görülmüş ve hatta bu hakkın korunması için gerekli tedbirler alınmışken, bir başka kültürde doğrudan suç olarak kabul edilmiş ve bazan bu suç ölümle cezalandırılmıştır.

Mesela Osmanlılar zamanında siyasi suçlar kapsamına giren fiil ve teşebbüsler, doğrudan gayri-i şahsi bir aygıt olan devletin kendisine yönelmiş olmasından değil, ancak gerçek birer şahıs olan “hanedan üyeleri”ne yöneltilmiş kabul edildiğinden suç kabul ediliyordu. Bu suçlar da “siyaseten katl” olarak telakki edildiğinden çoğu zaman ölümle cezalandırılıyordu. Bu hiç şüphesiz hukuk açısından ve özellikle İslam fıkhı açısından hukuksuz bir tatbikattı; ama burada önemli olan nokta, yine de suç teşkil eden fiilin soyut bir aygıta karşı olarak işlenmiş olması değil, hanedan üyelerine, sultanın iktidarına yönelmiş olarak kabul edilmiş olmasıdır.

Modern zamanlarda ise, elle tutulmayan, gözle görülmeyen, soyut ve genel bir kavram olarak devlet “yönetim şekli veya rejim” denen kavramlarla özdeşleştirilerek çeşitli ağır kanunlarla korunmakta ve bu kanunların ihlali doğrudan suç sayılmaktadır. Bu suça mesnet teşkil eden fiillerin kapsamı o kadar geniş tutulmaktadır ki, bırakın rejime karşı eylemli bir kalkışma içine girmek veya silahlı ayaklanmaya teşebbüs etmek, bazan basit bir görüş açıklama dahi suç kapsamı içine alınabilmektedir. Siyasi görüş beyan etme, mevcut uygulamaları eleştirme, daha özgür bir yönetim talep etme yönünde görüş ve düşüncelerin beyanı suç olmaktadır. Bu açıdan gerçek şahıslara karşı işlenmiş suçları affetme ve fakat siyasi suçları -ifade özgürlüğü, örgütlenme hakkı, muhalefet etme hakkı- kapsam dışı bırakma esasına dayalı bir “af” hukukun ruhuna ve amaçlarına aykırıdır. Aksi olmalı, yani siyasi suçları affetmeli, gerçek şahıslara karşı işlenmiş suçların af yetkisini doğrudan mağdurlara veya onların varislerine bırakmalı. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan da “Affedecekse devlet ancak kendine karşı işlenmiş suçları affeder” demektedir. Devlet af çıkaracaksa silah kullanmamış hüküm ve tutukluların tamamını serbest bırakmalı, bunun yanında gerçek şahıslara karşı işlenmiş suçlarda mağdurları, onların varislerini haklarından vazgeçme veya belli bir diyet ödeme karşılığında ikna etme, teşvik etme cihetine gidebilir. Devlet burada ancak aracılık rolü oynayabilir.

*

Siyasetçiler af kapsamına sokmak istedikleri adi mahkumlara “Kader mahkumu” adını veriyorlar. Bu deyim, Türkiye’nin geneldeki “arabesk durum”una uygun düşmektedir. Aynı zamanda devlet açısından suçların kategorik tasnifini yansıtması ve devletin farklı kategoriler karşısındaki tutumunu ele vermesi açısından da önemli. Peki, girdiği evlerde kadınlara tecavüz eden hırsız bir “kader mahkumu” mudur? Devlet, siyasi ve düşünce suçlularını affetmiyor, hırsızlık amacıyla bir eve giren ve yalnız olduğunu anlayınca da kadınlara tecavüz eden;  taammüden adam öldüren; başkasının malını gasbeden; insanları dolandıran suçluları, “bunlar kader mahkumları”dır deyip affediyor. Üstelik hem malı çalınmış, hem ırzı kirletilmiş; ya da yakını öldürülmüş mağdurlara sorma lüzumunu  duymadan.

Yukarıda değindiğimiz gibi; değil devletin, hiç kimse maddi ve manevi  mağduriyetlere yol açmış suçları affetme yetkisine sahip değildir. Hak ve adaleti gözeten bir hukuk, af yetkisini sadece mağdura veya mağdurun varislerine tanır. İslam bakış açısından Büyük Hesap Günü’nde bile “Allah dilerse kendisine karşı işlenmiş suç ve günahları affedebilir; ama hakları ihlal edilmiş bir kul, kendisi affetmedikçe ona karşı suç işleyenin suçunu affetmez.” Yüce Allah bile mağdurun hakkını korumak amacıyla suçluyu affetmez iken, beşeri bir aygıt olan devlet nasıl gadre uğrayanı gadreden karşısında çaresiz  bırakabilir?

Bu temel bir kuraldır. Bu kuralın çiğnenmesi durumunda devlet bizatihi kendisi suç işlemeye teşvik eder; potansiyel suçluları cesaretlendirir ve bir kısım suçlu insanları, mağdur insanlara karşı korumuş olur. Nitekim geçmişte yapılan aflardan hemen sonra, bazı suçluların vakit kaybetmeden yeni suçlar işlediklerini biliyoruz. Bu devletin mesela bir katile şu mesajı vermesi demektir: “Sen bir suç işledin ve içeri girdin, ben serbest bırakıp sana bir suç daha işleme şansını veriyorum; çık dilediğin adamı öldür.” Burada devlet müşevvik durumuna düşmez mi?

Devlete düşen, kendisine karşı işlenen suçları affetmesidir. Esasında gayr-ı şahsi bir aygıt olması hasebiyle “devlete karşı suç” dahi olmamalıdır. Suç teşkil eden fiiller somuttur ve gerçek kişilere karşı işlenir. Nihayet devlete karşı işlendiği öne sürülen suçlar siyasi ve düşünce suçlarıdır. İnsanlar siyasi muhalefette bulundukları, düşüncelerini ifade ettikleri veya karar ve icraatları eleştirdikleri için suçlu sayılmamalı. Terör suçları kapsamında olanlar da ancak cinayet, yaralama ve mala zarar verici nitelikte olmaları durumunda cezalandırılmalı ve bunlar da adi suçlar gibi af kapsamı dışında tutulmalıdır. Düşüncesini açıkladı, eleştirdi veya yasal bir derneğe, sendikaya üye oldu diye insanları “terör suçluları” kapsamına sokup hapse atmak büyük hak ihlalidir.

16 Eylül 2018

 


Nilgün Aslan’ın sorusu ve cevabı

Geçen yazıda Fransa’da bir otel odasında intihar ederek hayatına son veren romancı Nilgün Aslan’dan söz etmiştim. Kitaplarımdan hareketle cevaplanmak üzere bana 20 soru hazırlamıştı. Sorular emniyette hurdaya dönen elekronik aletlerde kaybolup gitti. Sadece bir soruyu bulabildim. Nilgün hanımın bu sorunun cevabını hangi kitaplarımdan derlediğini artık bilme şansım yok. Tahminim “İslam Düşüncesinde Din/Felsefe-Vahiy/Akıl İlişkisi” ile “Bilgi Neyi Bilmektir?” kitaplardan hareket etmiştir.

Ben söz konusu kitaplara başvurmadan müteveffanın bulabildiğim tek sorusunu ve ancak şimdi verebildiğim cevabını okurlarımla paylaşmak istedim.

Soru:

“Kur’an-ı Kerîm’in muhtelif ayetlerinde “aklı işletme”nin gerekliliğine vurgu yapılarak, aklın kullanılması yolunda insana yoğun bir çağrıda bulunuluyor. Buradan hareketle aklın, insanla diğer yaratılmışlar arasındaki en mühim mahiyet farkını oluşturduğu ve felaket/musibet telakki edilen pek çok hadisenin çözümünde esas teşkil ettiği fikrine ulaşılabilir. Aynı perspektiften ve geniş ölçekli düşünüldüğünde, insanın yaratılış itibariyle, eşitsiz bölüşüme maruz kaldığı hissine kapılmasına sebep kimi hususların da, gerçekte, aklı ferdî ve kitlesel bakımdan yeterince çalıştırmamaktan kaynaklandığı görülebiliyor. Öyleyse, bilhassa doğuştan var olan bedeni-ruhi arızaların ve sözde eşitsizliğin, esasen aklı kâfi miktarda işlevselleştirme neticesinde çözülebilirliği ve Tanrı’nın kulları arasında ayırıcı hiçbir tasarrufta bulunmadığı ve fakat aklın ferdi yönetiminin yanı sıra kitlesel ve tümleşik fonksiyonelliğine ihtiyaç bulunduğu ve insanı/insanlığı bedbaht kılan bütün meselelerin buradaki zaafın tabii neticesinden başkası olmadığı fikri ne derece isabetlidir?”

Cevap

En sonda vereceğim hükmü en başta söyleyeyim: İsabetli değildir. Soruda akla doğasında mündemiç bulunan zaaf ve söz konusu zaafın aklı asli işlevini yerine getirme çabasında yetersiz kılacağı gerçeği görmezlikten gelinmiştir. Şöyle ki:

Kur’an-ı Kerim’in akla daha doğru ifade ile insanın aklını kullanmasına (akletme) büyük önem verdiği doğrudur. Kur’an’da, isim ve mastardan çok akıl akletme şeklinde fiil olarak gelir. Kendi başına durgun, varoluşsal süreç içine girmeyen öylece bir yeti olarak aklın pek de önemli değildir, önemli olan aklın akletmek, aklı işletmek, yetiyi kullanmaktır. Kullanılmayan emek ne kadar değersiz ise, sahibine ve başkalarına herhangi bir hayrı, faydası dokunmuyorsa kullanılmayan aklın da kişiye ve başkasına faydası yoktur. Akıl ancak akletme ile işlev görür.

Bunun yanı sıra her fiil (çaba ve gayret) kendi başına değerli de değildir. Ahlak ve hukukun çizdiği sınırları aşmak üzere harcanan emek, emektir ama meşru sonuç getirmez; hırsız mal çalmak, katil cinayet işlemek üzere gayret sarfeder ama gayreti/emeği meşru ve makbul değildir. Şu halde akletme eylemi eğer bizi doğruya, hak ve hakkaniyete, hakikate ve güzelliğe sevkedecekse makbul bir fiildir.

Buçerçevede aklı yüceltmeden (süblimasyon) kaçınmamızı gerektiren birkaç husus var:

İlkin akıl insanın yegane, biricik değeri değildir. İnsanı hayvanlardan ve bitkilerden ayıran önemli bir yeti olduğunda kuşku yok ama akıl cinlerde ve meleklerde de mevcuttur. Başka bir ifade ile insana akletme yetisi verildiği gibi cinlere ve meleklere de akletme yetisi verilmiştir.

İnsana akıl yanında en az onun kadar değerli olan “irade”yi de ihmal etmemeliyiz. İrade iyi ile kötü, doğru ile yanlış, hak ile batıl, gerçek ile sahte ve hatta fayda ile zarar arasında seçme özgürlüğüdür. Söz konusu özgürlüğü kullandığımızda yani seçimlerimizde sahih bilgiler, doğru ve bağımsız iş gören akıl (yani akletme yetisi) ve ister tarihten ister yaşadığımız sosyal çevre içinde edindiğimiz deneyimlerimiz bize yardımcı olur, yol gösterir. Bu düzeydeki özgürlük kullanımını kelamcıların “istitae” dedikleri “yapabilirlik”ten ayrı düşünmek lazım. Yapabilirlik sadece insana özgü olsaydı seçme özgürlüğünü bununla ifade ederdik ne var ki bir gücün kullanımı olarak istitae meleklerde, cinlerde ve hayvanlarda vardır.

İradeyi özgürlükle bir arada ve hatta iradenin kendisi düşündüğümüzde seçme özgürlüğü manasındaki iradenin sadece insanlara ve cinlere mahsus olduğunu söyleyebiliriz. Melekler akıllı varlıklardır ama iradi varlıklar olmayıp Allah’ın emrini mutlak manada yerine getirmekle görevlidirler. Cebrail aleyhisselam dahi hiçbir melek Allah’tan buyruk almadan ne evrenin düzeninde ne insanlar ve cinlerle olan ilişkilerinde kendi başına kararlar alıp hareket edemez.

Her yapabildiğimiz şey makbul ve meşru değildir. İnsanoğlu öyle şeyler yapabiliyor ki, bazan üzerinde bindiği dalı dahi kesebiliyor; modern zamanlarda bilim adamlarının dünyayı ve canlı hayatı tahrip etmeye matuf icat ve keşifler yapması gibi. Yapabilirlik salt iradi bir seçimdir ama yanlış bir seçimdir; aksi düşünüldüğünde kendi iradi seçimiyle hayatına son verebilen insanın bu yaptığı makbul ve meşru olurdu; romancımız Aslan’ın yaptığı gibi. O J. Paul Sartre’ın derin etkisindeydi, ona tanrıtanımaz bir varoluşçu olarak Sartre’ın özgürlüğü kullanmanın yegane yolunu intiharda bulduğunu anlatmaya çalışmıştım.

İkincisi akıl kendi başına bağımsız, içeriden veya dışarıdan etki almaksızın işlev gören bir yeti değildir. Akıl ya gerçeğin, ya hazzın etkisinde işlev görme durumuna düşebilir; çoğu zaman da böyledir. Çoğunluğun inanmaması, şükretmemesi ve aklını doğru yönde kullanmamasının sebebi budur. “Gerçek”ten (veya gerçeklikten) kastım hak, hakkaniyet ve hakikattir. “Haz”dan kastım bedene veya duygulara zevk, lezzet veren şeylerdir ki, bunları bedensel olarak düşündüğümüzde “şehvet” ve “iştah” olarak belirirler. Şehvet ağırlıklı olarak cinsel haz, iştah da yeme-içmeyle sağlanan hazla, lezzetle ilgilidir. Her ikisinin kökleri birdir ve fizyolojik-biyolojik hayatın idamesi için elzemdirler. Şehveti ve iştahı çığırından çıkaran insani eylem, en alt ve en üst sınırların üzerine çıkarılmaları, hudutların ötesine taşırılmalarıdır. Geleneksel kültürde şehvet ve iştahın kabul görmüş, övülmüş sınırları “iffet” olarak tanımlanmıştır; Münzel Şeriat/Hukukla bağlantılı olarak konulmuş maddi sınırlar da esasında iffetin maddi, anlaşılabilir zeminini ve sınırlarını çizer.

Bittabi insan mutlu olmak ister ve mutlu olmanın peşine düşer. Fakat mutluluğu salt bedene elem veren şeylerden kaçınmak ve haz veren şeylere ulaşmak şeklinde algılarsak mutluluk tamamiyle bedene ait hazların elde edilmesine, iştah ve şehvetin tatminine indirgenmiş olur. Modern dünya bugün mutluluğu bedensel haz ve lezzete endekslemiş bulunmaktadır. İbn Sina ve diğer filozoflar mutluluğu “marifet”in bilgisine ve bu bilginin kişiye sağladığı ruhsal temaşanın verdiği müteal/aşkın lezzet olarak görmüşlerdir.

Fakat insanı motive eden sadece bedensel hazlar yani iştah ve şehvet değildir, belki çok daha etkili, çok daha tahrik edici olan “hükmetme ve kontrol etme” duygusudur. Bu da beden ötesinde ruhla ilgili potansiyel kaynakları hayli yüklü bir duygudur. Hükmetme ve denetleme arzusu kudretle ilgili olduğundan bunun sağladığı tatmini, doyumu en iyi “iktidar” verir. İktidar kudrete sahip olmak, kudret kullanmak ve denetleme gücüne sahip olmaktır. Kudretin ontolojik mayası ateştir, en hafif deyimiyle enerjidir. Kimi siyasetçilere iktidar cinsellikkten çok daha yüksek doyum vermektedir ve hatta çoğu zaman padişahların birden fazla kadın ve cariyeye sahip olması yanlış yorumlanır, zannedilir ki padişahlar cinsel yönden tatminsiz kalırsa tatmini iktidarı zorbalığa dönüştürürler; tatminsiz bir öğretmenin veya amirin hıncını öğrencilerden veya çalışanlardan çıkarmaya çalışması gibi. Öyle değil! Padişah asıl kadını, yani kadınla elde ettiği şehvetin yerine hükmetme duygusuyla elde ettiği tatminle ikame edecek olsa, işte o zaman yönetimi zorbalaşır. Şehvet ve iştah tahrik edici haz ve zevk verse de sınırlıdırlar. Yani hiçbir insan günde 10-15 öğün yemek yemez, kimse bir günde 10-15 kadınla veya bir kadınla yatamaz. Mutlaka belli bir fasıla olması lazım ki ya bir miktar acıksın ya da haz talebi bir miktar canlansın. Ama hükmetme duygusu yani kudret kullanmanın sınırı yoktur ve hatta kullandıkça hazzı artar, giderek ruhun tamamını istila eder hale gelir. İktidarın temeli kudret yani ateş bir kere ruhu istila etti mi bütün yetiler, duyargalar tutuşur. Kadın padişaha iktidar kullanımından, hükmetmenin verdiği sınırsız hazdan “başka haz ve tatminler”in de var olduğunu hatırlatır, bir nebze de olsa onu beşerin tabii zeminine, ölümlü insanın hakikatine çeker. Sarayın çıkışında görevli bir grubun “Padişahım, senden büyük Allah vardır” şeklinde hatırlatmada bulunması da iktidarın dizginlenemez, istilacı ve yok edici etkisini azaltma, “takva” ile sınırlandırma amaçlıdır.

Hukukla sınırlanmayan iktidar mutlakiyetçiliği getirir ki, bunun önüne geçmek mümkün değildir. Mutlakiyetçiliğin gideceği nihai nokta Firavun için kullanılan çarpıcı ifadedir: “İsti’bat!” İsti’bat istibdat değildir, istibdat isti’batın zorunlu ürünü ve sonucudur. “İsti’bat” kanunları kendisi koyanın halkı kendine tapındırması demektir ki, bu durumda olan kişi Allah’ın el Kadir ve el Hakim isim ve sıfatlarını temellük etmiş, hükmetme ve kudret kullanma yetilerini ilahi köklerinden koparıp kendisi ilahlaşmaya kalkışmış demektir.

Peki bunu neyle yapar? İşte bizim sorunun cevabı burada yatmaktadır.

Kişi akletme yetisini bağımsız olarak kullanacak olsa öyle yapmaması gerekir. Ama iç dünyasında sınır-ötesi hükmetme (Kur’an-ı Kerim bunu (Hududullahı aşma olarak ifade eder) ve güç kullanma fiili ona öylesine bir haz, öylesine bir tatmin veriyor ki, bu haz ve tatmin onu sınır-ötesi güç kullanmaya sevkeder. Biz buna İslami literatürde “nefsin heva ve hevesi” deriz ve bu tanımlama kesin olarak doğrudur. Kişi bu derekede ise “heva ve hevesini tanrılaştırmış” olur. Nefsin azgın tutkuları, hükmetme duygularının denetimsizliği ve sınırsız güç kullanma arzusu ruhu istila edince irade bu yönde tecelli eder, tecelli eden irade akla bu işlemi aklileştirmesini, bir meşruiyet temeline oturtması telkininde bulunur. Akıl da sınır-ötesi hükmetme ve güç kullanma arzusunu aklileştirir/rasyonalize eder. Her kötülük iyilik formu içinde paketlenip sunulur.

Aslında bu durumda kişi artık akletmiyor, akletme adı altında zekasını kullanıyor. Bu insanlık durumunda nefsin denetimdeki akıl zeka seviyesine düşürülür ve zekanın işler halde gördüğü fonksiyonlar yanlış olarak “akıllıca işler” adlandırılır. Hakikatte bu işlemde akıl yok, işlek zeka vardır. Mesela olağanüstü yöntemler, rafine, sofistike yollar kullanarak hırsızlık yapan kişi başarısını aklına mı, zekasına mı borçludur? Tabii ki zekasına. Çünkü akıllı olsaydı hırsızlık yapmazdı, seçme özgürlüğünü yani iradesini hırsızlık yönünde kullanmaya sevkeden meşru olmayan servete sahip olma arzusudur. Akıl nefsten bağımsız iş yapacak olsa hırsızlığı onaylamaz, kerih görür; çünkü bağımsız akıl ahlakidir ama zeka her zaman ahlaki amaçlar için iş görmez, gayrımeşru işler için de çalışır. Meşru zemine oturmayan her eylem krize yol açar; bu yüzden despot yöneticiler, katiller ve hırsızlar da eylemlerini bir şekilde meşrulaştırırlar ki, bunu rasyonelize ederek, aklileştirerek yaparlar.

Kendimize soralım: İktidar seçkinlerinin, küresel muktedirlerin, iktisadi faaliyeti salt büyümeye endeksleyen ekonomistlerin aklı olsaydı gezegendeki canlı hayatı ölüme götüren; bölgeler, sınıflar ve ülkeler arasında eşitsizlikleri derinleştiren; milyarlarca insanı yoksulluğa ve açlığa mahkum eden; çatışmaları körükleyen; dünyayı onlarca kere yok edecek nükleer silah üretimini ara vermeden sürdüren bu sosyo-ekonomik ve politik düzenin savunucuları, destekçileri, uygulayıcıları olurlar mıydı? Bu pozisyonda olanların tamamı iyi eğitim almış kimseler, uzmanlar, akademisyenler, halkın seçtiği siyasetçiler, teknokratlar, bürokratlardır. Hepsi çok zeki ama akıl yoksunu kimselerdir.

Şu halde Nilgün Aslan’ın sorusundaki eşitsizler ve de diğer sorunlar salt akıldan veya kişinin aklını kullanmamasından kaynaklanmıyor, nefsin tutkuları altına girmiş ve artık matematiksel ve geometrik koordinatlar kullanmakla yükümlü zeka formuna girmiş akıl(sızlık)tan kaynaklanıyor. Kur’an sıklıkla akletmeye çağırırken hırs, çıkar duygusu ve çığırından çıkmış iktidar tutkusunun etkisinde olmayıp doğru seçimde bulunan iradeyle çalışan aklı kastediyor.

Aklı ve iradeyi birlikte ve doğru yönde iş görmeyi sağlayacak atmosfer nedir, derseniz “bilgi” ve “sakınma”dır derim. “Bilgi”den kastım el Alim olan Allah’tan gelen ışık yani vahiy nuru, “sakınma”dan kastım ahlaki yüksek normlara ve hukuk kurallarına tam riayet demek olan “takva”dır. Vahyin aydınlığında çalışan akıl, ahlak ve hukuka samimiyetle riayet demek olan takva yönünde insan irade kullandığında hem kendisi kurtulur, hem onunla birlikte hareket edenleri kurtarır. Bu açıdan Muhammed Esed ve Mustafa İslamoğlu Bey’in “takva”yı “bilinç” olarak tanımlamalarını yerinde bulmuyorum. Takva, ahlaki normlara ve hukukun en yüksek değer oluşuna inanmak ve söz konusu norm ve kurallara samimiyetle (ihlas) riayet etmek, norm ve kuralları çiğnemekten kaçınmak, sakınıp korunmaktır.

Deseniz ki, İslam dünyası neden bu durumda?

Derim ki, Müslümanlar tutkularının esiri olup ahlaki akıllarını kullanmıyorlar; iradeleri Nefs-i emmarenin denetimindedir; Kur’an’ın apaçık hükümlerini bildikleri halde takva sahibi değildirler.

03 Eylül 2018

 


Nilgün Aslan

İyi bir edebiyatçı olan Nilgün Aslan, 9 Nisan 2015 günü Paris’te bir otel odasında hayatına son verdi. 47 yaşındaydı, yayınlanmış üç romanı vardı: Sözün Gülüşü (2009), Şans Aynası (2011) ve Paul Brousse Akşamları (2014).

Nilgün Aslan’ın intihar ederek hayatına son vereceğini aklıma getirmemiştim. Yaklaşık beş yıllık tanışıklığımız vardı, ara ara görüşürdük. Şans Aynası romanını özellikle okumamı rica etmişti, okudum ve üzerinde epeyce tartıştık. Son romanını bana takdim etmek için aradı, görüşmek nasip olmadı.

Onunla tanışmamız internet üzerinden bana mesaj yazmasıyla başladı. Sözünü edeceğim bayanın kendisi olup olmadığından hala emin değilim ama bütün işaretler onu gösteriyordu.

Birgün gazetedeki e mail adresime zehir zıkkım bir mesaj düştü. Benim Tanrı inancımı eleştiren bir mesajdı, eleştiriden çok provakatifçe idi, meydan okumaydı. Önce sinirlendim, sonra sakin olmam gerektiğini düşünüp cevap verdim. Cevap yazdı, yeraltı dünyasındaki tanışıklığımız Nilgün Aslan’ın intiharına kadar sürdü, sonra tamamen kesildi. Bu geçen süre pek sakince sayılmazdı, ben sükunetle cevaplar yazarken o kimi zaman ironik, kimi zaman saldırgan dil kullanmaya devam ediyordu.

Birgün Nilgün Aslan açık kimliğiyle beni arayıp tanışmak istediğini söyledi. Hakkında yaptığım kısa araştırma sonunda iyi bir edebiyatçı olduğunu öğrendim. Kitaplarımı okuduğunu, bazı soruları olduğunu söylüyordu.

Tanıştık.

İki saate yaklaşan konuşmamız sırasında “deist” olduğunu farkettim. Nilgün hanım ismini koymuyordu ama sonunda deist olduğunu kabul etti. Tanrı inancı vardı, hem de sağlamdı ama sanki Tanrı’yla  mücadele halindeydi. Benden bu gerilimden nasıl kurtulunabileceğini öğrenmeye çalışıyordu. Hem Tanrı’nın varlığına inanıyordu hem de Tanrı’nın insanla konuştuğunu açıklayamıyordu. Ona “Senin sorunun Tanrı’yla, inandığın Tanrı’yla mücadele halindesin, O’nun bazı fiillerini hakkaniyete uygun bulmuyorsun, bunu Tanrı’nın sonsuz merhameti ve adaletiyle bağdaştıramıyorsun” dedim. “Evet” dedi. “Aynen böyle. Yeryüzünde büyük dramlar, adaletsizlikler, zulümler yaşanıyor. Güçlüler zayıfları eziyor, zenginler yoksulları sömürüyor, kimi tokluktan çatlıyor kimi açlıktan ölüyor. Madem her şeye kadirdir Tanrı neden buna izin veriyor? Neden hayatın bu çekilemez acılarına müdahale etmiyor?”

Ben ona yetkin bir “Allah tasavvuru” ile “Allah, varlık ve insan arasındaki ilişki” üzerinde yoğunlaşması gerektiğini söyledim. O bana Kur’an mealini okuduğunu, hadisleri gözden geçirdiğini söyledi. Tasavvuf literatürüne hakim olduğunu ilk romanını okuyunca öğrendim.

O sırada ben, sonraları benim tutukluğuma isyan edecek olan Oya Baydar’ın “Hasm-ı biamanım Ali Bulaç mı terörist?” diyeceği ateizm konusunu işleyen yazılar yazıyordum. Dizinin ana başlığı “Bizim bir hikayemiz var!” idi. Nilgün Aslan bu yazıları büyük bir heyecanla okuyordu. Çünkü aklın pozitif açıklamaları bir yere kadar bir inancı temellendirir fakat inancın vicdani ve akli zemini dayandığı hikayedir. Ben ateistlere şunu soruyordum: Bizim bir hikayemiz var! Siz inanmıyorsunuz, peki sizin hikayeniz ne? Oya Baydar’ı sinirlendiren şey, benim “Ateistler temelde pozitivisttirler, Musa aleyhisselamdan “Bizi Allah’ı göster” diyen İsrailoğulları gibidirler, bu ahmakçadır” demiş olmamdı.

Bu argüman Nilgün Aslan’ı heyecanlandırmıştı.Beni aradı ve bana bir öneride bulundu.

Önerisi şuydu: Kendisi Tanrı inancı, ateizm ve deizm konularını ele alan 20 soru hazırlayacak, bu soruların cevaplarını kendisi kitaplarımdan ve yazılarımdan derleyip verecek, son okumayı ben yaptıktan sonra iki imza ile kitap halinde yayınlayacaktık.

Ona yayınlanmış 27 kitabımdan nasıl olur da kolayca çıkarabileceğini sordum. Bana öyle bir şey söyledi ki ağzım açık kaldı. “Ben” dedi “Senin kitaplarının hafızıyım.” İnanamadım ama ona çeşitli konuları sordukça, sorduğum konunun hangi kitabımda nasıl ele alındığını bir çırpıda söyleyiveriyordu.

Bana hep şunu öğütlüyordu: Ne olur aktüel şeyler, özellikle siyasetle ilgili yazılar yazma. Tefsir üzerinde yoğunlaş, bir an önce bitsin, bundan sonra da teorik konularla ilgilen. Tefsiri çok merak ediyordu, ona Yusuf suresini vermiştim, çok beğenmişti.

O güne kadar içimde bazı vesveseler peydah ediyordu. Acaba “birileri” beni “kadınla ilişkilendirme”ye mi çalışıyordu? Ancak iliştirilmiş hiçbir kadın veya erkek bir yazarın bunca kitabına ve yazısına bu derece vukufiyet kesbedemezdi. İçimdeki vesvese epey yatışmıştı ama yine de pek ihtiyatlı davranmam gerektiği fikrini kafamdan atabilmiş değildim.

En son arayışında hem bu projeyi sordu hem yeni kitabını takdim etmek istediğini söyledi. Ben ilk fırsatta arayacağımı söyledim ama bir türlü arayamadım. Derken birgün Fransa’da bir otel odasında intihar ettiğini öğrendim. Telefonunu aradım, oğluna başsağlığı dileyecektim. Cevap vermedi.

İntiharına çok üzüldüğümü söylememe gerek yok. Ancak dahası vicdan azabı da duymuyor değilim. Keşke hazırladığı sorulara kitaplarımdan cevapları derleyebilseydik. Onun güçlü Tanrı inancını “vahiy ve nübuvvet”le beslemiş, desteklemiş olurduk; belki de gerçekten iyi bir romancı olan, dünyada sürüp giden ahlaksızlıklara, adaletsizliklere isyan eden bu edebiyatçımızı kaybetmiş olmazdık.

Maalesef beni tutuklamaya gelen polisler elektronik aletlerin imajını almakla yetinmeleri gerekirken alıp götürdüler. İki sene sonra bana yarısını teslim ettiler diğer yarısı hala Emniyet’te. Teslim ettikleri aletler ise hurda halinde. Ve ben bu hengamede Nilgün Aslan’ın 20 sorusunu kaybetmiş bulunmaktayım. Sadece bir tanesini bulabildim. Sonraki yazımda o tek sorunun cevabını yazmaya çalışacağım.

30 Ağustos 2018

 


İbrahim’in kurbanı

Ali Şeriati, yüzyıllardan beri kurban kesilen ülkemizde bu ibadetin bir başka boyutuna dikkatimizi çekmiş oldu. İlk defa Düşünce Yayınları’nda yayınladığımız “Hacc” adlı kitabında Şeriati der ki: “Sen de İbrahim gibi kendi İsmail’ini getirmelisin Mina’ya. Senin İsmail’in kim? Belki eşin, işin, yeteneğin, gücün, cinsiyetin, statün vs…İnsan, ancak İsmail’inin bağından kurtulmakla İblis’i dize getirebilir, aksi takdirde olay tersine döner.”

Bu doğru!

Ama doğrunun tamamı değil.

İman ve tefekkürün yanına ameli/eylemi aynı değerde yerleştiren Şeriati, kavradığı İslam bakış açısından kurbanı yorumluyor. İyi bir Hıristiyan olan varoluşçu Kıerkegaard, “imanın diyalektiği” üzerinden kurbanı “saçmalığın inayeti”ne bağlar. İbrahim’i çocuk katili olmaktan çıkaran şey teslimiyettir, bu teslimiyet İbrahim’i oğluna kavuşturur. Ancak bu teslimiyette “aklın faktörü” rol oynamaz, salt irade vardır.

Ben bu işin bu kadar yalın olduğunu düşünebileceğimizi sanmııyorum. Anlamak için ruhsal yetilerimizi daha çok kullanmamız gerekir. Mesele bu kadar basit değil.

İlk aklımıza gelen tabii ki Yüce Tanrı’nın İbrahim’i sınadığıdır.

İbrahim aleyhisselam, İsmail’i en çok istediği şeydi. Yaşı epey geçkin olduğu halde bir genç gibi çocuk sahibi olmayı istemişti, hem de bir “erkek oğul.” İstedi ve çocuk sahibi oldu.

İbrahim, İsmail ve Hacer’e karşı ezikti, Sara’nın istemediği Hacer’in çocuğunu kesmekle daha da ezilecekti. Kurban, Sara’nın kaprislerini besleyecek, Hacer’e bir kere daha yazık olacaktı.

Kurban bir ibadettir, ama sıradan bildiğimiz ibadetler cinsinden bir ibadet değildir. Ne namaza benzer ne oruç tutmaya!

Çoğumuz kurbanın insanın en sevdiği şeyi infak etmesi olduğunu düşünürüz. Kurban “infak” değildir. İsmail İbrahim’in en sevdiğiydi, emre de uyacaktı ama Kierkegaard’ın dediği gibi ister ibadet, ister emre itaat olsun, işin içine “dehşet” girmişti.

İbadet veya emir deyin, bu fiil sadece İbrahim’e özgüydü, kimseye ama başka hiç kimseye bu emir verilmez, ne İbrahim’den önce verildi ne sonrasında.

Çocuğunu kesmeye kalkışan birinin tabiatıyla akıl sağlığından şüphe edilir. İbrahim’in akıl sağlığı yerindeydi, ruhsal olarak herhangi bir olağanüstülük göstermiyordu. Kimse İbrahim’de ptalojik belirtilerden söz etmedi. Muhakemesi yerinde, mantıksal yetileri işler haldeydi.

İşin diğer yanı Hacer ve İsmail’in de İbrahim gibi akıl sağlıkları yerindeydi. Emre uydular. Ondan korktukları için mi yoksa emre itaat ettikleri için mi? İlk duyduklarından ne düşündüler acaba? Şeytan onlarla nasıl bir diyaloga girdi? Hacer ve İsmail hangi kuvveti yüreklerine doldurarak İblis’e “İdfe’ anna ya şeytan-ırraciym”diyebildiler?

İbrahim, oğlunu kurban edeceğini, etmesi gerektiğini rüyasında görmüştü? Sahi, rüyayı doğru mu yorumlamıştı? Rüya ile amel edilir miydi? Bilinen hudutları aşan böyle bir emir sahiden vahiy sayılabilir miydi? Bazıları rüya ile amel edip İsmail’i kurban etmeye kalkıştığı için İbrahim’i eleştirmişti, bu eleştiriye katılan bilginler de var.

Şunu düşünmek mümkün değil mi? Belki de İbrahim, Tanrı’nın koç göndereceğini veya son anda da olsa bu dehşet verici talepten vazgeçeceğini umut etmiş olabilir. Bunu mu düşündü de oğlunu sunak taşına yatırmayı göze alabildi?

Ya da İbrahim için önemli olan oğuldu, İsmail’i feda etse de, yerine bir başkasını -mesela İshak’ı- vereceği beklentisi içine girmiş olabilir mi?

Şu soru da önemsiz değil: İsmail feda edilmeliydi. Çünkü yaşaması kavim için felaket getirebilirdi. İsmail kötü bir çocuk muydu? Kavme uğursuzluk mu getirecekti? Birileri böyle mi düşündü? Bu soru bize Musa-Bilen Kul (Hızır?) olayını hatırlatıyor. Bilen Kul, ileride anne-babasına yapacaklarından dolayı masum bir çocuğu öldürüyor, Musa aleyhisselamın tepkisine yol açıyor. İsmail böyle bir konumda mıydı?

Şöyle de düşünebiliriz: En sevilenler en yüksek amaç için feda edilebilir. Tanrıların kızdığını iddia eden bir kahinin kabilenin kralına bakire kızını kurban etmesi gerektiğini söylemesi, kralın acısını içine atarak kızını kurban etmesi gibi. Nil için Mısırlılar her sene bir kızı kurban verirlerdi. Brütüs, Roma için çok sevdiği Sezar’ı kendi elleriyle hançerlemişti. İbrahim-İsmail olayı böyle bir şey miydi? Nice fakih, bağlamından kopararak “umumun menfaati için tek tek kişilerin, hatta toplulukların feda edilebileceği” yönünde fetva vermiştir.

İbrahim’in amelinin mutlak teslimiyet olduğunu düşünelim. Bu benzersiz teslimiyet İbrahim aleyhisselama bıçağı çekme cesaretini ve iradesini verdi. Bu teslimiyet sayesinde İbrahim İsmailine kavuşmuş oldu. Yakub aleyihsselam içini istila eden Yusuf’un sevgisini tümden silmedikçe ona kavuşamadı. Oğlunu kurban etmeyi göze alarak kendince en iyi olandan ve en çok sevdiğinden vazgeçip akıl ve irade ile Yüce İradeye teslim olduysa, takva bu mu? İbrahim takvayı mı başardı?

Bu sorulara doğru cevaplar bulmadıkça ne ne için kurban kestiğimizi anlarız ne İslam aleminin tamamında niçin Müslümanların bu trajik halde olduğunu doğru anlayabiliriz.

20 Ağustos 2018

 


Uzun bir aradan sonra…

Rahman Rahim Allah’ın adıyla

Uzun bir aradan (26 ay) sonra tekrar yazmaya çalışmak kolay değil. Bazıları için yazmak hayatın olağan akışının bir parçası. Benim için bir “beyan!”  İnsanı yaratan Allah, ona “beyan”ı da öğretti. Hem şifahen hem de kalemle, yani yazıyla.”Beyan”ın başka anlamları yanında insanın kendini ifade etmesi, ona bu yetinin verilmiş olmasıdır.

Uzun bir aradan sonra ne yazmalı?

Benim daima ilgi alanım içinde birbiri içine girmiş üç daire misali üç konu olmuştur: Türkiye, İslam alemi ve yeryüzünün tamamı olan beşeriyetin sorunları. Benim için yaşadığım “ülkem”, sentetik bir imalat olan bir entite olmanın ötesinde bölgesel büyük bir vücudun hayati organlarından biri. “İslam dünyası” yanlış kurgulanmış küresel düzene entegre olmakta zorluk çeken devasa bir boşluk. “Yeryüzü gezegeni” varlık aleminin beşerî uzantısı olan Allah’ın mülkü!

Bu üç daire ile ilgilenmeye devam edeceğim, çünkü yarım asırlık fikir ve yazı hayatım soncunda vardığım kanaat şu ki, bu üç daire birbirleriyle ilgilidir. Burada Türkiye’yi, Alman doğu politikasının anahtar terimlerinden biri olan hakimiyetin ve kurtuluşun şaşmaz sabitesi olan “tek merkez” şeklinde algıladığım anlaşılmasın. Hayır! Bu, ben-merkezci bir bakış açısıdır, bu bakış açısı bölgesel ve küresel daireleri basit bir çembere hapseder, bölgesini ve yeryüzünü emperyal emellere indirger. Herkes yaşadığı toprakları “merkez” görür, bu tamamen haritanın politik algısıyla ilgilidir. Nasraddin Hoca’nın soru üzerine “Dünyanın merkezi benim eşeğimin bastığı yerdir” demesi söz konusu indi algıya iyi bir örnektir. Bir keresinde bir Ürdünlü’den bir analiz dinlemiştim, öyle bir resim çizdi ki küçücük Ürdün dünyanın merkeziydi, Amman İslam hilafetinin başkenti olmalıydı, tarih ve medeniyet Ürdün’de başlamıştı. Buna benzer tıpatıp bir analizi bir Pakistanlı’dan da duyabilirsiniz veya bir başka “ülke vatandaşı”ndan!

Sustuğum, yazamadığım 26 ay içinde önemli olaylar yaşandı. Ülkemiz tarihte ender rastlanan bir musibet yaşadı. Adına “15 Temmuz” denen bu menfur olay, derin bir kırılmaya, hasarı zor giderilir bir travmaya yol açacaktı. Heraklitos’un dediği doğru, akan nehirde iki defa yıkanılmaz, gelip geçen zaman da eskisi değil. Fakat bir yönüyle İbn Haldun’un dediği de doğru: “Suyun suya benzediği gibi dün bugüne benzer.” Belli ki Heraklitos ile İbn Haldun arasında bir paradoks var. Ben bu paradoksun bir Kızılderili özdeyişiyle aşılabileceğini sanıyorum: “Her hikâyenin bir başka bir anlatımı vardır.”

Bu geçen sürenin bir değerlendirmesini yapmak isterim. Esasında üçer kez ağırlaştırılmış müebbet ve üstüne 15 yıl hapisle yargılandığım davada birinci ve sonuncu (18 Eylül 2017 ve 7-8 Haziran 2018 tarihli) savunmalarımda bu değerlendirmeyi yaptım. Burada söz konusu iki savunmaya şerhler düşmekle yetineceğim. İsterim ki iki resmî belge ve şerhleri tarihe kayıt olarak düşülsün.

İkinci yapmayı düşündüğüm şey 22 aylık tutukluluğum sırasında hakkımda onlarca yazı çıktı. Destek verenlere teşekkür, eleştirenlere cevap vermeye çalışacağım. Niyetim kimseyle polemiğe girmek değil. Entelektüel yetileri olmayan kelamcıların “cedel” metoduna hiçbir zaman itibar etmedim, bugün de etmem. Kimseye kırgınlığım-kızgınlığım yok, sadece doğru anlaşılmak için “beyan hakkı”mı kullanmak istiyorum.

Üçüncü yapmayı düşündüğüm şey, yukarıda zikrettiğim üç daire içine giren varoluşsal sorunlara değinmektir.  Kelam, fıkıh, felsefe, tasavvuf, sanat, edebiyat, şiir, siyaset, ahlak, bilgi, eğitim, ekonomi, modernite, Ortadoğu vb. konular ilgi alanım içinde olacaktır.

Yayınlanmış 24 kitabım, bir mealim ve 7 ciltlik tefsirim var (Dirasatü’l Kur’an: Kur’an Dersleri). Kitaplarımın bir bölümünü siteye koyacağım. Yarım kalmış, bitmek üzere 16 kitap da sırada bekliyor. Yepyeni bir usul takip ederek “kavram merkezli konulu” bir tefsir yazmaya çalışacağım. Dağınık vaziyette bir cildi yazıldı, tasarladığım gibi yürürse inşaallah 5 cilt olacak. İsmini “Lisanü’l Kur’an/Kur’an Dili” olarak koydum.

Başarabilecek miyim? Bilemiyorum!

İlk savunmamda belirttiğim üzere üçer kez ağırlaştırılmış müebbed hapisle cezalandırılmamı isteyen Sn. Savcı’ya şöyle demiştim: 66 yaşındayım -şimdi 67 oldu- Efendimiz 63 yaşında irtihal etti, ben 3 senedir fazladan yaşıyorum. Bana müebbet verseniz de en çok 3-4 sene yatırırsınız.

Belki de daha fazla yaşarım. Hayatımız ve ölümümüz Allah’ın elindedir.

Eğer yukarıda sıraladığım işleri yapabilecek zaman (ömür) bulabilirsem bana ne mutlu!

Hayır ve başarı Allah’tandır.

14 Ağustos 2018