Günün Yazısı

Siyaset ve iktidar, siyaset biçimleri

Siyaset meşru ve kabul edilebilir manada bir topluluğun (toplum?) kendi kendini organize etmesidir. İktidar ise güç ve kuvvet, daha geniş manada “kudret”tir. Kudret’in kaynağı Allah’ın “el Kadir” ismidir ki, biz güç ve kuvvet sahibi insanlar olarak bu isimden pay almış bulunuyoruz. Allah el Hayy olduğu için biz hayat sahibiyiz, el Alîm olduğu için biliriz. Bunun gibi O el Kadir’dir, biz de kudret ve iktidar sahibi olabiliyoruz. Yapabilir oluşumuz (istita’e) kudreti kullanma imkanını bize verir. Ne var ki ne yapabilir oluşumuz ne kullandığımız kudret (güç ve kuvvet)in gerçek sahibi biz değiliz, biz kudreti Gerçek Sahibi’nden aldığımız pay oranında kullanabiliyoruz. Şu halde bilmemiz gereken temel bilgi şu ki, diğer aldığımız paylar gibi kudret bize ait değildir, bizde emanettir.

Kudret (güç ve kuvvet) kullanımı demek olan iktidarın iki türü vardır: Biri meşru, diğeri keyfi olan iktidar. Eğer iktidar meşru çerçevede yani gücü kullananın üstünde belirlenmiş hukuk dairesi içinde kullanılıyorsa, meşrudur. Meşru demek –kök birliğinin işaret ettiği üzere- “Şeriat’a uygun olan demektir. Burada ince bir noktaya geliyoruz: Kudretin gerçek sahibi Allah’tır ve biz bir iktidar formu içinde bu gücü kullanıyoruz, dedik. Peki, bu iktidarı kutsal, layuhti, masum (teokratik) kılmaz mı? Hayır! Eğer güç ve kuvvet yani iktidar şahıs, zümre ve kurumda teşekkül ediyorsa teokrasi ve monarşi olur ama hukukta tecelli ediyorsa “meşru iktidar” yani hukukun (şeriatın) iktidarı olur. Şahıslar, mekanizmaları-kurum ve kuruluşları araç hükmünde sayıp iktidarı kullanırlar ama kudret Allah’tan olduğundan ve bu kudretten herkesin payı olduğundan iktidarlar herkesin rızasına “icab ve kabul” ilkesine göre teşekkül edecektir. İslami siyasette icab ve kabul “seçim ve biat” olarak belirlenmiştir. Her ikisi biri diğeriyle ilintilidir ve Ebu Hanife’nin dediği üzere bir kişi herkesten biat almış olsa dahi seçimle işbaşına gelmediği müddetçe meşru değildir. Suudi Şeyh Abdurrahman El Berrak ise, 2013 yılında, seçimlerin dinde haram olduğu ve kafirlere benzemekle aynı anlama geldiği yönünde bir fetva verdi.

Emeviler de, “Biz Allah’ın size tayin ettiği kaderiyiz” derlerken, ilahi kudreti Şeriat’tan alıp kendilerine aktardılar, böylece Allah’ın ve halkın (en nâs) hakkını kendi mülklerine geçirdiler. Şahısları veya zümreleri –mesela ruhban sınıfını- aradan çıkarıp gayrı şahsi (tüzel) bir kişilik olan devlet aygıtını kutsallaştırdığınızda da, Emevilerin yaptıklarının aynısını yapmış oluruz. Devletin yegane meşruiyeti İlahi Hukuk olan Şeriat’a uygunluk prensibidir. Burada kast ettiğim Şeriat “Münzel Şeriat” olup fakihlerin içtihat mecmuası olan içtihatlar külliyatı değildir.

Biraz da tabiatı gereği iktidarın iki yönelimi var: Biri “hükmetme duygusu”, diğeri “kaynaklar üzerindeki tasarruf yetkisi.” Tüm iktidar mücadeleleri bu iki yönelimli motivasyonlarla yürütülür. Her iki yönelim güç kullanmayı gerektiğinden, belirleyici olacak olan ya “adalet” olur ya da uluhiyete iştirak demek olan “keyfi uygulamalar.” Güç kullanımıyla ilintili hükmetme duygusunun ideal ve meşru olanı “cezai adalet” ile tabii, beşeri ve iktisadi kaynakların tasarrufunda ve bölüştürülmesinde ideal ve meşru olanı “sosyal adalet” yani gelir, statü, fırsat ve imkanların adalet üzre bölüştürülmesidir. Bu iki kuralı temel alan siyasi iktidar, Allah’tan emanet olarak kullandığı kudreti Allah’ın rızasına ve Şeriat’a göre kullanmış olur; aksi yönde kullananlar rububiyete kalkışan Firavun’un izleyicileridir.

Mülk’ün temellük edilmesi altını çizebileceğimiz tarihi tecrübemizin en önemli yanlışlarından birini teşkil eder. Mülk kavramını İran’dan aldık. Abbasilerle beraber ’adalet mülkün temelidir’ diye de kodladık. Ardeşir’e ait bu cümle Hz Ömer’ izafe edilmiştir. Haşa, Hz Ömer böyle cahilce bir lafı söyleyebilecek kişi değildir. Bu sözden anlaşılan şu ki esas olan mülk yani devlettir. Mülkü korumak için adil olmak gerekir. Burada söz konusu olan kendinde yani  li aynihi adalet değil, li gayri adalettir.  Bu, mülk/devlet dolayısıyla adaleti gerekli kılan bir hüküm cümlesidir. Adil olmak zorundayız çünkü mülk ancak bu sayede ayakta duracak. Bu demektir ki, esas korunması gereken mülk yani devlettir; mülk adaletin dışında başka bir şeyle kaim olabiliyorsa, o zaman o şeyi yücelteceğiz. Nitekim adaletle mülkü ayakta tutmayanlar zulme başvurmak suretiyle mülklerini ayakta tutmaya çalışmışlardır. Burada adaletin kendisi araçtır, araçsallaştırılmış bir değer hükmündedir. Oysa eğer devlete meşruiyet tanınacaksa, tek meşru sebebi adalettir. Buna göre hüküm cümlemiz. devlet için adalet değil, adalet için devlet şeklinde kurulmalıdır. Hangi zulüm fiili, yapan tarafından adalet değil de, zulüm kabul edilmiştir. Biraz sonra değineceğimiz üzere Fatih Sultan Mehmet, “devlet için ekseri ulemadan kardeş (çocuk) katli fetvası”nı çıkartırken adalet peşinde olduğunu iddia etmiyor muydu?

Peki kudret nedir, kudretin kaynağını nerede arayacağız? Kudretin kaynağı, iktidarın mahiyeti yani Aristo’nun kavramını kullanacak olursak iktidarın maddesi olan kudretin kaynağı Allahın nefesidir. Kainâtın kendisi Nefesü’r rahmandır. Varlık alemi bir nefestir, canlı varlıkları ve bizleri hayat sahibi kılan nefestir. Yüce Allah “Kün (ol)” dedi, varlık var oldu, varlığa geçti. Kün’den yekûn oldu yani kainat oldu, mekan oldu, varlık alemi ortaya çıktı ve varoluşuna el’an devam etmektedir (yekûn). Yunanda Sokrat öncesi filozoflarının “evrenin maddesi nedir” sorusuna verdikleri cevaplar genellikle yerindedir. Kimi hava, kimi su, kimi ateş diyordu. Her üçü de doğrudur. Nefeste aynı zamanda hava, su ve ateş içkindir. Nefesimizle elimizi soğutur, ısıtır ve nemlendirebiliriz.  Nefesin kendisinde kudret vardır. Bana sorarsanız kuantum fiziğinin geldiği en son noktada isimlendirmeye çalıştığı parça mı, dalga mı -şimdilerde her ikisi deniyor- dedikleri şey özü itibariyle kudrettir ve kudret Allah’ın el Kadir isminin varlığa geçmesinden başka bir şey değildir. Kelamcılar eskiden beri maddenin özünün kudret olduğunu söylemişlerdir. İktidarın da ham maddesi kudrettir. Üç emr-i ilahiden biri Kün (Ol), diğeri Nefha-i ruh (ruh üflenen şey-nefestir) ve yap ve yapmadan müteşekkil Şer’i emir(ler)dir. Demek ki ruhun boyun eğdiği emirlerin ham maddesi ile ruhun ve kainâtın özü olan nefes aynı kaynaktan, Allah’ın el Alim, el Murid ve el Kadir isimlerinden neş’et etmişlerdir. Şeriat’a/Hukuk’a riayet eden insani nefs/ruh varlıkla harmoni içine geçer.

Binaenaleyh emir, iktidar, siyaset şekillenirken bu ontolojik mahiyetten kopuk olamaz. Açığa çıkışları ve etkileri bu gerçekle ilişkilidir. İktidar gayrımeşru olunca, nar (ateş) olur. İnsan, kudreti gayri meşru  yolda kullanırsa ateşe döner. Bu hüviyetiyle siyaset ve iktidar bir ateştir. Siyasetçi veya yöneticinin içini öyle bir hırs ateşi sarar ki, kimseyi tanımaz, kardeşini, kundaktaki çocuğunu katleder, devrimci evladını yer. O artık tek bir hedefe kitlenmiştir: İktidarda kalmak, iktidarı sürdürmek. Ancak kudreti Hukuk’un üstünlüğü ilkesine göre kullanacak olursa, iktidar nur olur. Bu adaletin nurudur. Ya nar olur iktidar ya nur. Bunu belirleyen tek şey Allah’a teslimiyetin ölçüsü takva yani Hukuktur.

İdeal politik yönetimin teşekkülü seçimdir. Elbette tek başına değil ama seçimin dışında meşru başka bir yol ve yöntem yoktur. Batı siyaset modellerinin siyasi kültüre kattığı en önemli şey; iktidarın şiddet kullanılmadan belli bir periyotlarla el değiştirmesi ilkesidir. Aslında ilk dönemde sahabelerin, farklı yöntemler kullansalar da, iktidara geliş yolu seçimdi. Fakat bunun hukuki prosedurunu geliştirmediler. Batı bunu sağladı. 800-900 sene süren kanlı mücadelelerden sonra seçim ilkesini siyasetin ana umdesi haline getirdi. Ebu Hanife’nin biat yanında seçimi şart koşması boşuna değildir. Önce seçim sonra biat. Önce özgür iradenle seçeceksin sonra oturup biatleşeceksin. Biat “bey’a”dan alışveriş demektir, icap ve kabule dayanır. İslam hukukuna göre bütün beşeri ilişkiler sözleşmeye dayanır.  Mesela nikah akittir. Kadın ve erkek bir şey üzerinde sözleşirler ve evlenirler. Ticaret akittir. Yönetimle ilişki biçimi akittir (biat). Devletler arası ilişkiler de akittir (muahede). Akitlere/sözleşmeye dayalı olmayan şeyler zuhurattan olan meseleler. Cinayet, yaralama, hırsızlık, gasp vs. Bunlar zuhurattan olup bir anda ortaya çıkar.

Seçimden sonra gelen biatın önemli üç şu özelliği var. Birincisi somut şeyler üzerinde biat edilir. Mesela Hz. Peygamber, “Allaha şirk koşmayacaksın, zina etmeyeceksin, hırsızlık yapmayacaksın” diye sahabelerden biat almıştır, bunlar somut şeylerdir. İkincisi biat sürelidir. Kimse hayatının sonuna kadar bir başkasına tâbi olmaz, biatın süreli olması icap eder.  Üçüncüsü biat maruf üzere biat edilir. Biat isteyen peygamber olsa dahi ma’ruf (iyi, doğru ve hak) olanın dışında talepte bulunamaz (60/Mümtehine, 10). “Masiyette itaat yoktur, itaat (ancak) ma’ruf’ta olur.”  (Müslim, İmare, 39.). Kim olursa olsun, hukukun dışına çıktığında ona itaat edilmez. Peygamber istisna olmadığına göre şah, padişah, sultan, parti lideri, şeyh, hocaefendi, üstad, ağabey de bundan muaf değildir.

İdeal politiğin diğer umdeleri şura, liyakat, ehliyet, ifade özgürlüğü, serbest muhalefet, yönetimde şeffaflık ve hesap verilebilirlik olmasıdır.

Şimdi insan neden siyaset yapar diye de bir sual sormamız lazım. İnsan tek başına hayatını idame ettiremez. “İnsan” kelimesinin iki manası var. Birisi nisyan sahibi (unutkan) olması, ikincisi ünsiyet kesbetmesi. Ünsiyet sahibi olan bir varlık başkalarıyla bir arada yaşamak durumundadır. İnsan tab’an medenidir yani tabiatı icabı medenidir. Hemcinsleriyle birlikte yaşamak ister. Bu siyaseti gerektirir. Siyaseti ya kişi, ya sınıf, ya bir parti veya bir toplum kendi içinde siyaseten organize olur. İdeal ve doğru olan toplumun kendisinin aktif bir özne olarak organize olmasıdır.

Toplu halde yaşayan insan ihtilaf eder. En önemli insani dinamik budur. İnsanın farklılaşması, farklılığını bir çatışma sebebi haline getirmesi. Kur’an-ı Kerim, buna şöyle işaret ederr:

“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan ‘azgınlık ve kıskançlıkları’ yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, (Kitap) verilenlerin başkası değildir. Böylece Allah, iman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. Allah, kimi dilerse onu doğruya yöneltir.” (2/Bakara, 213.)

Ayette iki anahtar terim dikkat çeker: İhtilaf ve bağy. ‘Bağy’ birinin diğerini kıskanması ve kıskanması dolayısıyla hakkını ihlal etmesi demektir. Bağyeden önce kıskanır, sonra kıskandığı kişi veya kişilerin hakkını ihlal eder, hukukuna tecavüz eder. İnsanlar çıkarları, beklentileri, ön yargıları farklı olabilir, farklılıklarını tabii karşılamadıkları veya hukuk dahilinde kalarak çözmeye yanaşmadıkları zaman ihtilaf eder. Söz konusu olan ailenin, kabilenin, sınıfın, aşiretin, ulusun, devletin çıkarıdır. Bunlardan hangisini merkeze almışsanız, sizce merkeze aldığınızın yanlış veya haksızlık yapma ihtimali yoktur. Çıkarlar vardır, çıkarlar kutsaldır, kişiyi veya topluluğu hak sahibi kılar. Mellitinizi/ulusunuzu merkeze alıyorsanız ulusunuz masumdur. Her şeye layıktır. Ulusunuzun komşunun hukukuna tecavüz etmesi,  komşunuzun kaynaklarına el koyması hakkıdır. İşte bu ‘bağy’dir. Aileler, kabileler arasındaki çekişmeler de Bağy’dir. İhtilafın temelinde yatan bağy hukuk ihlalinin sebebidir. Bunu çözümlemek üzere Allah peygamber gönderiyor, kitap indiriyor. Beşeri topluluk, hakları ve özgürlükleri belli sınırlar içerisinde tanımlamak ve tutmak zorundadırlar.  J. Jack Ruaessao gönüllü olarak insanların özgürlüklerinden feragat ettiklerini söyler. Hobbes ise “insan insanın kurdu” olması hasebiyle insanlar arasındaki bu ölümcül çatışmayı ortadan kaldırmak için mutlak bir iktidarı ön görür. Doğrudur, eğer insanı sınırlayan bir hukuk yoksa insan insanın kurdu olur. Nitekim Adem yaratılacağı zaman, melekler, “yeryüzünde kan dökecek ve fesat çıkaracak” (2/Bakara, 30) diye kaygılarını dile getiriyorlar.

İşte tarihte bu zorunluluklardan dolayı, hukuk ve hukuku uygulayacak özneler ortaya çıkmış. Toplumsal hayatın en önemli hikmeti ise bizim insan olarak ahlaki kemalimizin sınanma aracı ve zemini olmasıdır. Bize göre toplumu meşru ve doğru kılan şey ahlaki kemalin ancak toplumsal hayatta tezahür edebileceği gerçeğidir. Çünkü dağ başında tek başına yaşıyorsan orada sınanman gerekmez. Yani biriyle alışveriş, komşuluk yapacaksın, evleneceksin. Başkalarıyla çıkarların çatışacak, fikirler ayrışacak ve sen orada doğruyu seçeceksin. Doğruyu ve iyi olanı tercih edersen ahlaki bakımdan yüceleceksin.  Bu da ancak toplumsal hayat varsa mümkündür. Toplum dışında -Sufilerin dediğinin aksine-, ahlaki olgunluk toplumsal hayat dışında olmaz. Demek ki toplumun meşruiyeti ahlaki kemale zemin ve araç teşkil etmesidir. Bizim beşeri fıtratımız ve ahlaki olgunluk açısından toplumsal hayata ihtiyacımız var. Söz konusu tasavvur modern sosyolojinin toplum tasarımından farklıdır. (Siyaset ve iktidar, Din ve Siyaset, 8 Ocak 2024.

3.

Siyaset biçimleri

Genel olarak siyasetin iki versiyonundan söz edilir: İdeal politik-reel politik. Ve genellikle ana yönelimleri ve takip edilen yöntemler ve teknikler itibariyle bu iki versiyon arasında bir uzlaşma noktası bulunmadığı varsayılır. İdeal politik olması gerekene, yani ideale, reel politik ise olana, verili olana atıftır. İdeal politiği ilkeler, reel politiği pragmatik düşünceler belirler.

Tarih boyunca “kötü para iyi parayı kovar”a benzer şekilde reel politik (pratikler, pragmatizim) ideal politiği bastırmışsa da, aslında ikisi arasında mutlak bir zıtlık yoktur, Söz konusu zıtlık olmadan da ahlaki hedefleri olan pratik siyasetin mümkün olduğunu Hz. Peygamber (s.a.)’in tatbikatında (Sünnet ve Siyer) müşahede edebiliyoruz. Hz. Muhammed (s.a.)’in attığı her adım maddi ve sosyo ekonomik gerçeklere uygundur ama her reel adım ideal politiği gözeterek atılmıştır. Sonraki dönemde iki politik tutum arasındaki çatallaşma Hz. Ali-Muaviye arasındaki mücadelede ortaya çıkacaktır.

İslam’ın özü ideal politikte kişinin ve grupların Allahın iradesine teslim olmasında ifadesini bulur. İslamiyet “teslimiyet”tir. Evren amaçsız yaratılmadığı gibi (21/Enbiya, 16), insan da başıboş bırakılmış değildir (75/Kıyame, 36). Bir arada yaratılmış olmamızın bir hikmeti var. Ancak biz Allahın iradesinin ne olduğunu bilmiyoruz. Zatını bilmediğimiz bir varlık bizden iradesine teslim olmamızı istiyor. Biz bunu bilemeyiz, bilmemiz de mümkün değil. ZTarihte sürüp giden teolojik tartışmalardan anlıyoruz ki, Zat üzerinde düşünmek bizi tatminkâr bir yere götürmez. Bu ancak Hıristiyanca teolojik bir meşgale olur.  Allahın iradesine teslim olmak demek Hukuk’a, onun indirdiği hükümlere yani emir ve nehiylere (Münzel Şeriat) uymak demektir. O’nun indirdiği hükümlere uygun hareket etmek, O’nun iradesine teslim olmayı karşılar. Yap dediği şeyi yapmak, yapma dediği şeyi yapmamak. İşte bu Allah’ın iradesine teslimiyetin kendisidir. İslam’ın özü bu teslimiyetten gelir. Allahın iradesine hükümler üzerinden teslim olmamız dinin özüdür ve takvadır. Allahın iradesine teslim olmak, O’nun muradı olan “silm, selamet ve teslimiyet”le barış gelir.

Post modern zamanın tek trajik gerçeği çatışmadır. Psikoloji de bunu pozitif -pozitif, negatif-negatif ve pozitif-negatif çatışma şeklinde formüle ediyor. “Kaygı ve endişe” söz konusu çatışma biçimleriyle ilgilidir. İnsan varlıkta güvenlikten yoksun olarak yaşar. Uzayla ilgili bilgilerimiz geliştikçe varlık alemiyle ilgili her şey belirsizleşiyor. Küreselleşme, bir yönüyle fizik ve biyolojinin gelip dayandığı yer belirsizleşme eşiğidir. Epistemoloji ise tümüyle bizi belirsizliğin vadisine getirip bıraktı. Postmodern zamanın insanında söz konusu olan güvensizlik olgusu büyük ölçüde söz konusu belirsizlikten kaynaklanıyor. İnsan kaybettiği referans noktasını bulamıyor. Böyle olunca kaygı ve arkasından çatışma başlıyor.

Dört temel çatışmadan söz edebiliriz:

a) İnsanın kendisiyle, kendi nefsiyle çatışma halinde olması. Kur’an-ı Kerim’de bu şöyle ifade edilir: Kendileri Allah’ı unutmuş, böylece O da onlara kendi nefislerini unutturmuş olanlar gibi olmayın.” (59/Haşr, 13.)  Allah yokmuş gibi yaşamak şifası olmayan bir yabancılaşma trajedisidir. Bizi canlı kılan bedenimize üfürülen ilahi nefes (ruh) ise, ruhumuzun menşeini, aslını yok sayarak bu gezegende nasıl sekine bulabilir, sükun ve huzur bulabiliriz. Allah’ı zikretmeyen nefis asla tatmin bulmaz.

b) “Öteki”yle çatışma. Bir şekilde bizden olmayan, bizden farklı olan “öteki”dir.  Beşeri hayat ötekilerle doludur.  Bana göre benim dışımda olan herkes ötekidir. Tab’an medeni olan beşerin hayatında ötekinin varlığı doğaldır. Öteki kadın, Hıristiyan, komşu, beyaz, siyah, ateist, göçmen-mülteci vs. olabilir; bu önemli değildir. “Öteki”yi “ötekileştirmek” sorundur. Ötekileştirmek demek şeytanlaştırmak demektir. Kedi yavrusunu yemek istediği zaman onu fareleştirir. Yöntem şu: Önce ötekinin imajını değiştir, şeytanlaştır, onu yok etme hakkını kendinde bul.  Doğru olanı öteki ile olan ilişkinin, hukuk zemininde sözleşme olarak kurulmasıdır. Kim olursa olsun, onunla bir hukuk zemininde bir arada yaşayabiliriz. Ne onu asimile etmek, ne etnik arındırmaya tâbi tutmak gerekir, ne de soykırıma maruz bırakmak.

Modern dünyada en temel çatışma alanı ötekiyle doğru ilişki kurma konusunda başgösteren zorluktur.  Burada önemli bir nokta var: Ötekiyle çatışan insan “iyi”yi kullanır. Hakikat-i halde varlık aleminde kötülük yoktur. Yani kötülüğün maddesi muhaldir. Kötülüğün Allah’tan bağımsız varlığı olsaydı, varlıkta Zerdüştlülerin düşündüğü gibi iki tanrı olurdu. Kötülük iyi olanın su-i isti’mali, iyi olanın yanlış kullanımıdır. Asıl olan iyiliktir. Varlık aleminde olan iyiliktir. Allah iyiliği, cömertliği, keremi, her şeyin güzelini yaratır. Biz iyi, güzel, faydalı olanı yanlış kullandığımız zaman kötülük ortaya çıkar. Ben şöyle bir örnek vereyim: Bir güveç yapacağız. Güvecin ham maddesi; domates, et, patlıcan, patates vs. iyidir. Diyelim ki mevsiminde alıyoruz, hepsi taptaze. Eğer güveç yapmasını biliyorsak ondan iyi (lezzetli), bilmiyorsak kötü-berbat bir yemek çıkarırız. Demek ki iyi olanı yanlış kullandığımız zaman kötülük ortaya çıkar. İnsan başkasını iyi adına kötüleştirerek imha etmek ister. Şu var ki insan asla kötülüğü bir gerekçe olarak öne sürmez. 2003’te Bush Irak’a saldırmak istediğinde, “Ben İsrail’in güvenliğini korumak, petrolüne el koymak, red cephesini dağıtmak üzere geliyorum” demedi. “Demokrasi, özgürlük getireceğiz, Irak’ı bir diktatörden kurtaracağız” dedi. Yani iyi olan adına kötülük yaptı.

Belki bu örnek, bizim de tarihimiz üzerinde eleştirel bir gözle bakmamızı kolaylaştırabilir. Acaba bizim atalarımız fetihleri yaparken, iyi olanı mı gerekçe olarak öne sürdüler? Her gün Balkanlara gittiler, Bağdat’ı bir kere daha “fethetti”ler. O gün ulema sordu mu? Müslüman müslümanın diyarını fetheder mi? Bunu hiç düşündük mü? “Fetih” deyince içimizi ne kadar ferahlatıyor değil mi? Fakat kendimizi Amerikalıların yerine koyalım, onlar da “fetih” yapıyor. Acı gelse de bize, Amerika, topraklarımızı fethetti. Topraklarımıza, yeraltı ve yerüstü kaynaklarımıza el koymuş durumda. Yeniçeriler cebi boşalınca kazan kaldırıyor, padişahı savaşa zorluyorlardı. Sizce bu savaşlar İ’lay-ı kelimetüllah için miydi? Öyle olsaydı, Ömer bin Abdulaziz, Bizans kuşatmasını kaldırmaz, Ermenizstan ve Azerbaycan’daki orduları geri çekmezdi. Sonunda fetihçi bir imparatorluk batı karşısında kolayca çöktü. Çünkü üretici değildi. Gelir kaynağı fetihti. İnsanlar sanayii geliştirmiş, üretim yapıyorlar, kıtalara gidiyorlar bizimkiler fetih peşinde koşuyor. Batı da güçlü silahlara sahip olduktan sonra kıtaları fethe çıktı, sömürdü, insanları katletti. Ama önce bilgi, ekonomi ve teknoloji, sonra sömürgecilik ve istila geldi. Biz sömürü için değil, İslam’ın yurdunu korumak için bilgi, ekonomi ve kendimizi savunacak silahlara sahip olmalıydık. Batı oldu ve bizi çökertti. Tanzimatçıların ve Cumhuriyetçilerin yaptığı gibi Batıyı körce taklid etmek çözüm değildi, çözüm köhnemiş zihniyeti değiştirmek, ruhsal/zihni ve ahlaki devrim yapmaktı.

c) Diğer çatışma alanı tabiatla/varlıkla çatışma halinde olmamız. Bunun temel dinamiği “iktisadi büyüme” saplantısıdır. Hükümetlerin, devletlerin kaygısı iktisadi büyümeye endekslenmiş durumda. Tek ölçü bu. İktisadi faaliyet fiziksel sınırlara gelip dayanmış bulunuyor,  ekolojik denge altüst olmuş durumda. Kur’an “Dengeyle oynamayın” (55/Rahman, 7-9). Tabiatın hassas dengesiyle (mizan) oynuyor, tabiatla çatışma haline geliyoruz. Tabiat da bize cevap veriyor. Eski inanç biçimlerinde animistlerin ruhlara taptıkları düşünülüyor. Aslında ruha tapan kimse yoktu. Onlar, varlığın kendisinde bir canlılık olduğunu düşünüyor, varlığı ilahi isimlerin tecelli ettiği mekan, bir obje olarak görüyordu. Sonraları modern antropologlar, “ilkel kavimler”in ruhlara taptıklarını iddia ettiler. Bu elbette bir ölçüde doğrudur da, ama olup biten isimlerin varlıktaki tecelli ettiği fikrinin yozlaşması, bozulmasıdır.

d) Son olarak modern ve postmodern insan Allah ile çatışma halinde bulunuyor. Allah’ın mülkünde iktidar ve mülkün kaynakları temellük ediliyor. İslam bizim hem bu çatışmaların bilincinde olmamızı, hem silm ile çatışmları barışa çevirmemizin yol ve yöntemini öğretiyor. Eğer silm olacaksa bu dört çatışmayı giderici bir felsefemizin olması icap eder. Bundan selamet, güvenlik çıkar; bu sayede kaygı ve çatışma aşılır.

Modernliğin insanoğluna sunduğu üç ideal vardı: Güvenlik, özgürlük ve refah.

Güvenliği sağlayamadı. Şu an hemen hemen bütün dünyada demokrasiler gerilerken, özgürlüklerin önünü güvenlik tedbirleri aldı. 20. Yüzyılda iki dünya savaşında 50 küsur milyon insan öldü, tarihin en acımasız iki rejimi faşizm ve komünizm insanlığa kan kusturdu, Japonya’nın iki şehri üzerine atom bombası atıldı; İslam yurdu viraneye çevrildi. Bu cinayet ve şenaatlerden İslam mı sorumludur?  Bölgesel çatışmalar hızla artıyor. Özellikle bölgemizde, İslam dünyasında çatışmalar durmuyor. Her an daha büyük bir savaş, 3. Dünya savaşı çıkma ihtimali bile var. Süper güçlerden birinde bir deli, önündeki kırmızı düğmeye bastığı anda füzeler havalanır, muazzam bir savaş patlak verir, yeryüzü harabeye döner.

Refah sadece kuzeyli ve batılı ülkelere ait bir  imtiyaz kaldı. Dünyanın geri kalan kısmı refah içinde değil. Muazzam bir yoksulluk söz konusu; bölgeler, ülkeler, sınıflar arasında eşitsizlik giderek büyüyor. Özgürlük ise tağşişe uğramış altın para gibi. Özgürlük “her istediğimi yaparım” demek olan serbestiyete indirgenmiş olarak şu an bedenin isteklerini yerine getirme dışında başka bir anlamı yok. Beden iştah ve şehvete tutkun.

Müslümanlar arasındaki ilişkiler Şeriatla tanzim edilir, küresel düzeyde Müslüman ve Müslüman olmayanlar  arasındaki ilişkilerde düzenleyici zemin “maruf ve münker”dir. Buna göre biz Şeriatı gayrimüslimlere uygulayamayız. Böyle bir yetkimiz ve hakkımız yok. Basit bir fıkıh kuralını hatırlayalım: bir Hıristiyan içki içiyorsa, içer. Onun şarap testisini kırdığın zaman suç işlemiş olursun, Şeriat sana testiyi tazmin ettirir. Ama bir Müslüman alkollü içki içerse günah işlemiş olur.

Siyaset üzerine en çok düşünen havzalardan biri de Yunan beşeri havzasıdır. Yunan siyasetinin iki  amacı va r. Biri insanı mutlu kılması. Mutluluğu şu şekilde tarif etmişler: Bana elem veren şeylerden kaçınmak, haz veren şeylere ulaşmak. Tabi bu mutluluk tanımı bedene aittir ve daha çok sıradan insanın mutluluk arayışıdır. Bana bedensel olarak bir şey haz veriyorsa ona erişmek/ulaşmak isterim, acı veriyorsa da ondan uzaklaşmak isterim. Daha sonra Platon, Aristo, Farabi ve İbn Sina gibi filozoflar mutluluğun kazanılması çabasında marifet kavramını kullanacaklar. Yani doxanın yanıltıcı evreninden çıkıp, epistemik olarak duyular dünyasının üstünde aşkın alemle ilişki kurmak suretiyle mutlu olmak. Bunu en iyi tanımlayanlardan biri İbn Sina’dır.

Sokrat siyasetin yanında ahlakın da temeline bilgiyi yerleştiriyordu. Ona göre, kişi kötülüğün ne olduğunu bilirse kötülük yapmayacak. Onun anahtar terimi “bilgi”ydi. Sokrat tek tanrıya, ahirete ve yüksek ahlaka inanıyor, hatta Atinalıları rahatsız etmek üzere Tanrı’nın onu görevlendirdiğini söylüyordu. Ne var ki “bilgi” ile “kötülük” arasında kurduğu zorunlu ilişki pek doğru değildi. Çünkü bilgi, kötülükten vazgeçmenin ya da kötülük yapmamanın güvencesi olmuyor. Araplar, bunu “cahiliye” kavramıyla ifade ederler. Cahilliğin manası bilmemek değil, bilerek, bildiği halde yapmak demektir. Rahmetli Seyyid Kutup, bu kavramı politik ve sosyal bir içerikte kullandı, çoğu kimse ya anlamadı veya işine gelmediği için ona karşı çıktı. Cahil bilir, bilerek yapar. Delikanlı bir gence “ceehil” denir. Ceehil’dir çünkü kanı damarlarında kaynamaktadır, yanlış-kötü bir şey yaptığını bilir ama yine de yapmaktan kendini alıkoyamaz. Bunun en tipik örneği Ebu Cehil’dir. Ebu cehil kültürlü bir adamdı. Cömert, dürüst, yalan söylemez, kahramanlık gösterir, misafirperver ve Mekke’nin önde gelen aydınlarında biriydi. Efendimiz “Rabbim iki Ömer’den bini İslam’a nasip et” diye dua etmişti.

Fakat Ebu Cehil peygamberle diyalogunda diyor ki; “Biz sizinle rekabet halindeydik. Ne yaptıysanız biz daha iyisini yaptık. Kahramanlık, cömertlik vs. Vallahi peygamberlik sizden çıktığı için bunu kabul etmeyeceğim. Bizden olsaydı kabul edecektim” diyor. Allah adına ant içiyor. Çünkü puta tapacak kadar beyinsiz (sefih:Bakara, 13) bir adam değildi. Fakat neden peygamberlik onların kabilesinden değil de Haşimoğulları arasından çıktı bunu reddediyor, “kölelerimle eşit olmam” diyordu. Hz. Peygamber’e “Senin kitabın, beni cehenneme göndermiş, orada yüz üstü sürünüyorum, kölem tahtlar üzerinde kurulmuş, eşiyle cennette keyif çatıyor. Allah adına yemin ederim bunu kabul etmiyorum.” Burada bildiği halde Ebu Cehil’in aşamadığı nedir? Kabile asabiyeti ve köleyle eşit olmayı. Bu iki şey Ebu Cehil’i “beyinsiz” yaptı.

Sigara içmek de buna örnek olabilir. Sigaranın zararlı olduğunu biliyoruz. Buna rağmen içiyoruz. İşte bu cahilliktir. Demek ki Sokrat’ın dediğinden başka bir şeye ihtiyaç var. Kur’an-ı Kerim, bilgiyi küçümsemiyor.  Fakat ahlaki olan tercihi takvaya bağlıyor. Takvadır insanı iyi insan yapan. Kişi takva sahibiyse, yapması gerekeni yapar, yapmaması gerekeni yapmaz. Muttaki değilse bildiği halde yapar. Anahtar terimi Sokrat’ın bilgiydi. Aristo’nun demokrasiydi. Ortaçağda aktör olarak Kilise aristokrasi ve mutlakiyetçi idare devreye girdi. Modern zamanlarda ise modern ulus devlet kavramı ortaya çıktı, bireyi icad etti, bireyi merkezi devlet iktidarının vatandaşı olarak kodladı.

Bilgiden kasıt kendisiyle amel edilen şeydir. İnsan, ya merak eder ve hayranlık duyar veya tabiat ve beşeri hayat üzerinde tahakküm ve hegemonya kurmak için bilmek ister. Aristo bilgiyi “güç” olarak tanımlamıştı. İslam bakış açısından bilmek, bilgiyle amel etmek (nazare ve ameli hikmet); Allah’ı Kitap ve varlık alemi üzerinden bilip tanıma amaçlıdır.

Bu arada batılı beşeri tecrübenin bize önemli şeyleri kazandırdığını görmezlikten gelemeyiz.

Biri “resmi din ve mezhep görüşü”nü ortadan kaldırmış olması. Bunu teokrasiye karşı laiklikle sağladı. Siyasi öğreti ve söylemde referans din olabilir ama kilise ve ruhban sınıfı olmaz. Batılı telakkiye göre “laik” demek dini referans almamak demek değildir. Dine uygun bir siyaset düşünmek ve program yapmak mümkün, fakat referans kilise ve ruhban sınıfı olmayacak. Laik, ruhban sınıfına ait olmayan kimse demektir.

Batılı tecrübe “partiler sistemi”yle siyaseti yarışa açtı. Bu önemliydi. Başlangıçta belirgin olarak partiler (parça) bir sınıfı iktidara taşımanın araçları iken, partiler arası uzlaşma ve anayasa hareketleriyle gerek programları gerekse seçmen yapıları itibariyle birbirlerine yaklaşmaya başlamışlardır. Partiler demokratik yönetimin dinamikleri olduğu gibi, demokrasinin çatışmalara yol açan araçları da olabiliyor.

Batı “Hukukun üstünlüğü” ilkesini getirdi. Aslında bizde hukukun üstünlüğü ilkesi zihinde var. Şeriat benim, senin, herkesin üstünde bir hukuk demektir. Bu bir bilinçtir. Kanuni Sultan Süleyman önemli bir ferman yayınladı: “Padişah Allaha karşı sorumludur, padişah şeriatı ihlal edecek olursa vükela ve vüzera onu hal’ eder (tahttan düşürür).” Ferman, padişahın üstünde Allah ve şeriata (Hukuk) atıftı. Ferman’a göre padişah  ona uymak zorundaydı, hukuku ihlal edecek olursa vekiller ve vezirler tarafından düşürülecekti. Ama Kanuni, bunun mekanizmasını, yasal prosedürünü geliştirmedi.

Batının siyasete ve idareye getirdiği en önemli katkılardan biri de “kuvvetler ayrılığı ilkesi”dir. Bu son derece önemli. Çünkü mutlakiyetçi idareyi demokrasiyle, teokratik idareyi laiklikle etkisiz hale getirdikten sonra, kuvvetler kimde toplanacak ve nasıl kullanılacak, sorusu gündeme geldi. Montesquieu kuvvetleri yürütme, yargı ve yasama olmak üzere üçe ayırdı. Kuvvetler özerk olup birbirlerini denetleyeceklerdi. Fakat bu ilkeyi genel geçer kılan olan şey ifade özgürlüğüdür. Neden? Kuvvetler kendi aralarında halkın aleyhinde bir anlaşma yapabilir, biri diğerine karışabilir.  İfade özgürlüğü varsa, kamu adına bunlar denetlenecek. İfade özgürlüğü bir lüks değildir. Sistemin olmazsa olmaz şartlarından biridir. Biz yasamanın, yürütmenin ve yargının yanlış yapıp yapmadığını nasıl anlayacağız? Anladıysak bunu nasıl ifade edeceğiz? Bunu ifade özgürlüğünün  korunması ve yürürlükte olması durumunda ancak anlayabiliriz. Söz konusu özgürlük yazılı veya görsel medya aracılığıyla kullanılabileceği gibi kamusal alanda görünür olmak şeklinde de kullanılabilir. Bu yüzden medyaya “dördüncü kuvvet” denmiştir. Umberto Eco, batıyı diğer bütün batı-dışı toplumlara karşı avantajlı ve üstün kılan tek şeyin ifade özgürlüğünün teminat altına alınması olduğunu söyler.

Batının modern zamanlar siyasetiyle ilgili son katkısı anayasa hareketleridir. Anayasalar, asırlarca birbirleriyle savaşmış sınıfların ve grupların uzlaşma metinleri olarak ortaya çıktılar. Anayasalar iki kırmızı çizgiyi aşamaz: Hukuk’un üstünlüğü ilkesini, uluslar arası sözleşmeleri ve azınlık haklarını.

Demokrasiler nihai ve mükemmel rejimler değildir, üstünlüklerini monrşilere ve diktatörlüklere göre ölçtüğümüzde farklı, İslam’ın ideal politiğiyle mukayese ettiğimizde farklı sonuçlara varırız. İslamcılar demokrasileri çok yönlü eleştirmelidirler; eleştiriye ciddi ihtiyaçları var. Ama eleştiriler Ortadoğu’nun monarşilerine ve diktatörlüklerine, otokratik yönetimlerine meşruiyet sağlayıcı olmamalı. Böyle olursa, demokrasi eleştiri meşruiyetini kaybeder. (Siyaset biçimleri, Din ve Siyaset, 12 Ocak 2024.)