Günün Yazısı

Siyasi kültürümüzün kritiği   

1.

Müslüman dünyanın modern zamanlarda tarihin ve siyasetin kurucu öznesi olamayaşını, müslüman bireyin (takvası zayıflamış mü’min) ve toplmun (ma’rufu emretmek-kötülükten nehyetmek yükümlüğü olması gereken cemaat ve ümmet misyonunu kaybetmiş mü’minlerin) kritik yapma yetilerinin dumura uğramış olmasına bağlayabiliriz. “Kiritk” derken yanlış ve kimi zaman zalimane politikalara karşı bağırıp çağırmayı kast etmiyorum. Kritik belli sahih kriterlere göre (kıstas, ölçü) bir fikrin veya eylemin ele alınıp hakkında değer hükmünün belirtilmesi demektir.

Mevcut durumda kritik edilmesi son derece önemli iki konudan biri, modern siyasetin tabiatı ve tabiatından kaynaklanan konular, diğeri müslümanları kurucu özne olmaktan alıkoyan “dini sebepler”dir.

Düşünce hayatımda her zaman sanki “din”în dışında otonom “din dışı” alan varmış gibi kendi başına “dini” kelimesini kullanmayı yanlış bulmuşumdur. “Din dışı/seküler” tamamen zihni kurgusal bir varsayımdır, sekülerlik kendini şu veya bu dine referans vermekle yükümlü görmeyen zihnin, kendini varlık alemine, tabiata, sosyal olgu ve olaylara empozet etmesinden ibarettir. Zihnin kendini tabiata ve olaylara empaze etmesini “saf aklı” kategorilere bağlayan Kant’a borçluyuz.

“Dinsiz” insan yoktur.Tanrı’nın varlığını inkâr eden ateistlerin veya Tanrı’nın varlığını kabul edip Nübuvveti redden deistlerin de dini vardır; Kur’an’ı Kerim “herkesin dini kendine” (109/Kâfirun, 1-6) ilkesini getirerek “dinsiz” veya “din dışı” kimselerin olamayacağını saraheten bildirmiştir.

Bu bağlamda “dini” olarak işaret etmek istediğim sebep, İslam dininin kendisinden veya Kur’an ve Sünnet gibi ana referanslarından değil, bu iki kaynağın çizdiği çerçevenin meşru ve makbul usul kullanmadan belli bir yorum tarzına tabi tutularak dinin kendi asli ve nihai maksadına aykırı yapılan çarpık anlayışlardan kaynaklanmaktadır. Meşru ve makbul olmayan usul kullanmayanlarda kasıt aranabileceği gibi kusur da aranbilir; yol açtığı sonuçlar itibariyle suç ve günahın mahiyeti ve derecesi değişmekle beraber kasıt veya kusurun dine ve yeterli bilgi donanımına sahip olmayan din müntesiplerine verdiği zarar değişmiyor. Niyetler amellere, ameller de sonuçlarına göre kritik edildiğinde kişilerin ve eylemlerin değeri konusunda sağlıklı hüküm vermek mümkün olabilir.

Abartmadan ve tabii etki sınırları dışına çıkarılmadan, belli bir kelam anlayışıyla yoğrulmuş tarihi kültürümüzün bugün de etkisini devam ettirdiğini görmezden gelemeyiz; abartıya ve hak ihlaline kaçmadan bunun muhasebesinin yapılması elzemdir. “Yeniden Mutezile” sloganıyla sahaya giren kimi ilahiyatçıların veya aydınların tarihsel ve reel inhitatımızın neredeyse tamamını Ebu Hasan el Eş’ari’ye veya İmam Şafii’ye yüklemeleri abartıya somut örnektir. Eser ehlinin aşırılığına karşı bazı Sufiler “metin kritiği”ni ihmal edip senet üzerinde sonu gelmeyen tartışmalara giren Muhaddisleri kast ederek “ölülerle uğraşıp duruyorlar” diyorlardı ki, bugünün modernistleri de, neredeyse uğraşılarının tamamını kendi dönemlerini ve sorunlarını şu veya bu tarzda algılayıp çözümler üretip Dar-ı beka’ya irtihal etmiş  kelamcı, fakih, sufi ve bilginlere karşı mücadeleye hasretmiş bulunmaktadırlar.

Tarih kendi mecrasında bir nehir gibi akar. Fırat nehrinin geçtiği mecralardan biri Elazığ’da gereğinden fazla takılıp kalırsak, bir de bakarız ki nehir Şattu’l Arap’ta denize varmıştır.

Kelam ve fıkıh kitaplarının öne çıkardığı ideal politik ile tarihsel politik arasındaki gerilimin zaman geçtikçe büyümesi, modern zamanlara geldiğimizde, modernitenin geleneği ve insan siyaset ilişkisi arasındaki kodları parçalamasının önemli sebeplerinden biri oldu. Müslümanların devlet, yönetim, siyaset ve iktidar ilişkisi gibi tarihsel pratiklerini şekillendiren kanallar Hind-Moğol devlet geleneği, Cengiz töresi, Araplar’ın kılıç hakkı ve Bizans imparatorluk mirasıdır. Bu dört fil ayağı üzerinde yükselen betondan kasvetli yapıyı Fatih Sultan Mehmed’e borçluyuz. Bu yapının kubbesi altında Fatih çocuk boğdurmaya “ekseri ulema”dan cevaz alabilmiş, o gün bugün “devlet ebed müddet, hikmet-i hükümet”e siyasi cevaz olmuştur. Kundaktaki bebeği boğdurmak caiz ise, muktedirin kabzasında tuttuğu devletin bekası ( baştakilerin iktidarı) için yetişkin öldürmek vacip olur.

Tarihsel pratik ne Sünni ne Şii imamlara atfedilemez. İmam Ca(fer es Sadık’ın pasif muhalif konumu malum, Sünni dört mezhep kurucu imam da Emevi ve Abbasi yönetimlerini meşru görmedi; ilk iki imparatorluğun siyasetini meşru görmeyen imamların tabii ki Selçuklu, Safevi veya Osmanlı siyasetlerini meşru görecekleri beklenemezdi.

Siyasetin merkezi konusu olan iktidar ilişkisinin Maverdi, İmam Gazali, İbn Teymiye, İbn Cem’a ve bunları izleyen bilgin ve fakihler tarafından, “güvenlik ve istikrar”ı adalete ve ilkeye tercih etmeleri kurucu imamların içtihadı ve maksadı değildi. Maliki, Hanbeli ve Şafii imamları, halife olacak kişinin müçtehit olmasını, tam adalet vasfına sahip bulunmasını şart koşuyorlardı, Ebu Hanife içtihad şartı yerine yöneticinin “alim” olmasını yeterli buluyordu. İmamlar, hukuk ve adalete riayeti o kadar önemsiyorlardı ki, İmam Şafii “Halife, adaleti tam tatbik etme yolundan sapacak olursa, kendiliğinden görevden düşer, ayrıca düşürülmesi veya azledilmesi beklenmez” diyordu.

Gazali ve İbn Teymiye, açıkça bir takım sivil işler aksamaktansa, zalim (cair) ve zorba bir yönetimin meşru olduğunu söylediler. Maverdi, uygulamalarının baskın karakteri zorbalık ve adaletsizlik olan yönetimleri makul bir çerçeveye oturttu, İbn Cem’a askeri müdahale ve darbelerin meşruiyetini savundu. İbn Cem’a’nın vaz’ettiği ilke basitçe şuydu: “Kılıç kimin elindeyse iktidar onundur ve bu iktidar meşrudur.” En güvenilir tefsirlerde bile, imamın olmadığı adil bir senenin zalimin yönetiminde geçen bir saatten daha hayırlı olmadığı yazılır.

Bunun tarihsel tecrübe olarak krisalleştiği alan Osmanlı tatbikatıdır. Osmanlıların telakkisine göre “din-u devlet, mülk-ü millet” aynı şeydir. Devlet meşruiyetini dine hizmetten alır, ama dinin varolması için devlet olmazsa olmaz bir değerdir. Sultan, Sasani imparatoru Kisra’nın, Bizans İmparatoru Jüstinyen’in sıfatını “Yeryüzünde Allah’ın gölgesi (Zillullah fi’l-arz)” almıştır. Kanuni Sultan Süleyman Fransa kralına yazdığı mektubunda ben Allah’ın yeryüzündeki gölgesiyim der: “Ben ki sultânü’s-selâtîn ve burhânü’l-havâkîn tâc-bahş-ı hüsrevân-ı rû-yi zemîn zıllullâhi fî’l-arzîn…”

Daha önceleri Emeviler, Hz. Ebu Bekir ve ilk nesil sahabelerin saraheten reddettikleri “Allah’ın halifesi” ünvanını kendilerine yakıştırmışlardı. “Allah’ın halifesi (Halifetullah)” Allah’ın gölgesi (Zillullah)” ünvanları da tevhid inancı açısından gayrımeşru olmasına rağmen, belli başlı büyük alimler bu ünvanlara arkadan dolanarak meşruiyet arama gayretine düştüler.

Mesela Beyhaki “Şuabu’l iman”da şöyle yazar: “Sultan, yeryüzünde Allah’ın gölgesidir ki, kullarından her mazlum ona sığınır. Eğer adalet ederse (Allah katındaki) ücretini alır. Halkın da bu duruma şükretmesi gerekir. Eğer haksızlık, zulüm yaparsa, vebali ona aittir, Halk ise sabır etmekle yükümlüdür.” (Bezzar, 12/17; Beyhaki, Şuabu’l-İman, 9/475) İmam Nevevi’ye sorarsanız, “zıll (gölge)” ibaresi bildiğimiz maddi gölge değil –çünkü haşa sanki Allah somut bir cisim/vücud, yeryüzündeki sultan da onun gölgesi olur- “rahmet” demektir.

Rivayetler konusunda ince eleyip sık dokuyan İbn Teymiye, bu konuda insanı hayretlere düşüren açıklamalar yapar: “Allah’ın emir ve yasaklarının toplumda icra edilmesi, cihad ve hac gibi ibadetlerin yapılması ancak sultanla (devletle) mümkün olur. Bu gerçekler içindir ki, Peygamberimiz, yolculuk yaparken bile, birinin imam/reis olmasını emretmiş ve yine ondandır ki, rivayette ‘Sultan, yeryüzünde Allah’ın gölgesidir.’ diye ifade edilmiştir. Bu yüzden denilebilir ki; altmış yıllık zalim bir sultanla beraber yaşamak, bir tek gece sultansız yaşamaktan daha iyidir. Tecrübeler bunu teyid etmektedir.” (Mecmuu’l-Fetavî, 28/390-391)

Bu rivayet ve tevillerin beslediği devlet de, yönetici hanedan da kutsaldır. Kutsalı kontrol etme hakkını elinde bulunduran yönetici zümreler, bazan adildirler, ama bazan ve doğal olarak “hikmet-i hükümet” üzere de iktidarlarını yürüteceklerdi. Bu yüzden sivil katılım ve muhalefeti öngören “siyaset” “katl” olarak görülmekteydi.

Siyasi, idari ve toplumsal sistem ikili hukuk üzerine inşa edilmişti. Şer’i Hukuk-Örfi Hukuk ikilemine rağmen, devlet sivil alana karışmadıkça bu konuda sorun olmadı, özgürlük ve sınıf savaşları çıkmadı. İsyanlar bey isyanıydı veya kendi başına ayaklanan teb’a, sonuç itibariyle adalet talep ediyordu. Ancak Tanzimat’la başlayan modernleşme süreci devleti merkezileştirdi ve devlet giderek toplumsal hayatın bütününü, sivil alanı zaptetme hedefine yöneldi. Buna rağmen devlete ilişkin zihniyet değişmedi. Halen “devlete itaat etmek Allah’a itaat etmekle aynı şey” telakki edilmektedir.

Hakikat-i halde devlet bir siyasi organizasyondan fazla ve öte bir şey değildir. Modern siyasi kültürün de etkisinde kutsallık vasfını çoktan kaybetmiş, aşkın/müteal değeri aşınmaya uğramıştır. Ancak “kutsal” olamayan devlet, “saygın” olmak durumundadır. Saygınlığın göstergeleri hukukun üstünlüğü, adaletin tesisi, temel hak ve özgürlüklerin korunması ve topluma mümkün olduğunca özerk ve özgür alanların açılmasıdır. Bu çerçevedeki saygın devlet veya yöneticiler Batılı monarşilerde gözlendiği üzere kutsaldan pay almazlar, ama “kerim” vasfını almaya hak kazanırlar.

Bu süreçte Müslüman zihin büyük bir anakronizm yaşıyor. Hala Hind-Moğol dinü devlet, Cengiz yasası (töre), kılıç hakkı (darbe-ihtilal) ve Bizans saray siyasetinin (akıldan zekaya intikal ettiği entrika) etkisinde devleti ve yöneticileri “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi ve temsilcisi” sayıyor, tepesine binse de “Allah devlete zeval vermesin” diye dua ediyor. (1)

En azından sosyal ve kelami seviyede devlete ve iktidar ilişkisini düzenleyen siyasete bakışta Arap havzasının Türkiye ve İran’dan “daha iyi” olduğu söylenebilir. Güçlü muhalif siyasi görüşlerin burada teşekkül etmesi boşuna değildir. Çünkü İslam dünyasının büyük bir bölümü sömürge oldu ve sömürgecilik döneminde zihinler tarihsel bağlardan kurtuldu, sömürge valisi tarihsel kutsal devlet algısın parçaladı. Sömürge devletin kralı veya kraliçesi dini ve ismi müslüman olmadığından (mesela Mısır’da Lord Cromer) artık Arabın zihninde itaat edilmesi dini vecibe olan “Ulu’l emr” değildi.

Bunun yanı sıra genel olarak Arap aleminde sivil medeni hayat çok hukukludur, Mısır’da müslümanlara ve Hıristiyanlara ayrı ayrı hukuklar uygulanır, hatta müslümanlardan Hanefilerle Şafiilerin hukukları mezheplerin içtihatlarna göre farklılıklar gösterebilir. Söz konusu fiili çoğululuk, modern devletin monolotik, herkese tek ve merkezden hukuk yani yaşama biçimi empoze etmesiyle ortaya çıkan sofistike totalatirizmin önüne geçen önemli bir modeldir.

Bu açıdan modern anlamda demokrasiye en yakın havza Arap havzasıdır, bu havzada ödenen ve ödenmekte olan ağır bedellere rağmen istibdat rejimlerinin yıkılmasına uluslar arası sistem kat’iyyen izin vermiyor. İsrail, bu sitemin karakoludur. Türkiye ve İran’da yöneticilerin isimlerinin müslüman olması ve sıkı sıkıya denetledikleri “dini kurum” ve resmi ulemanın misyonunu aksatmadan yürütmesi   tarihsel itaat kültürünün kesintiye uğramadan devam etmesini sağlamaktadır.

  1. Uzun asırlardır müslümanlar, Hukuk’un kendilerine tanıdığı haklardan habersiz, hakları olanı elde ettiklerinde bunu, yöneticilerin/devletin lütfu ve keremi bilir. Müslümanın bilincinde devlet, gayrışahsi bir irade, teb’anın üstünde ilahi bir güçtür. Aslolan insan veya toplum değil, kutsal devlettir. Bu yüzden sorgulamaz, itiraz etmez, Birgün sohbet sırasında  iki yakınımdan biri, diğerine şöyle demişti: “Memet, Allah devletimize zeval vermesin, her ay bize 16 000 lira maaş veriyor. Bu devirde kim kime bunca parayı verir!” O da “Ya, öyle! Amin” demişti. Oysa biri 25, diğeri 27 sene çalışmış, devlet onların maaşından kesinti yapmıştı. Devletin yaşlılıklarında onlara emekli maaşı olarak ödediği hakettiklerinden çok çok azdı.